Vesiletunnecat Homepage
Forum Home Forum Home > GENEL FORUM > Serbest Kürsü
  New Posts New Posts
  FAQ FAQ  Forum Search   Register Register  Login Login

24 Saat Kur`an-ı Kerim Dinleme


Aklın Gücü

 Post Reply Post Reply
Author
Message Reverse Sort Order
selo27 View Drop Down
Üye
Üye


Joined: 21-04-2009
Status: Offline
Points: 8
Post Options Post Options   Thanks (0) Thanks(0)   Quote selo27 Quote  Post ReplyReply Direct Link To This Post Topic: Aklın Gücü
    Posted: 05-07-2009 at 00:49

Aklın Gücü

 

İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak, zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu davranışlar, vücudun maddî yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme hususunda, insanı diğer canlılardan  farklı kılan özelliği, özgür seçimidir. Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme, ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.    

Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul eden sorulardır. İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi arasında kurmuş olduğu bu ilişki aklî bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp kullanılmadığını gösterir. İnsan aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile ilâhî hakikatleri bilebilir. O halde  aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek Kur’an’daki âyetleri anlamak ve Allah’a ulaşmaktır.

İnsanın  tabiatı anlamaya çalışması sonucu  ortaya çıkan bu günkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi, denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz gibi hastalıkların tedavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları, deniz altında, volkanlarda  yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kâinat olan insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar vs. aklın gücünü gösteren  bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.    

Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti. İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır. 

Akıl, bunca önemine rağmen; vehim, hayal, kişisel çıkar, hevâ ü heves, gazap ve şehvet gibi yanıltıcı duyguların etkisine açıktır. Onu bu olumsuz güçlerin tesirinden ancak vahiy kurtarabilir. Bir de şeytanın vesvesesi, kötü amelleri süsleyip güzel göstermesi, akla zarar veren tutkular, tiryâkilikler, fanatiklikler, içki, uyuşturucu gibi aklı gideren hususlar, İslâm dışı düzen ve çevrelerin aklı çelen, onu yanlış istikametlere yönlendiren, çarpıtan, sadece dünya ile ve basit çıkarlarla meşgul edip sınırlandıran durumlar hesaba katılırsa, selîm (sağlıklı) aklın ve fıtratın korunmasının zorluğu ve böyle bir aklın ne derece doğruyu bulup teslim olacağı değerlendirilmelidir.

Akıl yürütmenin, düşüncelerin insanı yanılttığı da olur. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın his ve duyu organları da hata yapabilir. Meselâ, fenle, psikoloji ile ilgili eserlerde görme duyusu için bir sürü hata sayılır. Akla gelince, çoğu zaman insan, deliller getirerek bir sonuca vardığı halde, bir anda delillerin tamamen yanlış olduğunu görür. Bu gerçeğe rağmen, safsatacıların dışında hiç bir düşünür, hiç bir akıllı, yanılma payından dolayı aklı terk etmeyi tavsiye etmeye kalkmamıştır. Ama, hataların neyle ve nasıl düzeltileceği konusunda da ittifak edemediklerini görmekteyiz.

Kur'an-ı Kerim, aklın hataları için birçok kaynak zikretmiştir. Bunlardan birisi, insanın, yakîn yerine zanna itibar etmesidir. Yakîn, şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilgi, doğru ve kuvvetle bilme demektir. Zan ise, sanma, tahmin etme, ihtimale göre hükmetme, şüphe ve tereddüt demektir. Yani, doğruluğu kesin olarak bilinmeyen bir şeyi doğru saymak, acele ve peşin yargılara saplanmak, kalabalıklara ve geleneklere/ataların yoluna körü körüne uymak aklı saptıran zan yollarıdır.

"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz." (Yûnus: 10/36)[1]

İnsan, her zaman için her meselede yakîne tâbi olup zannı yakîn yerine kabul etmemeye dikkat ederse, yanlışlığa da düşmez. Her zaman ve her konuda yakîne ulaşamayabilir, zan ve ihtimale zorunlu olarak uyabiliriz. Ama, zannı ve ihtimali kendi yerinde kabul etmeli, bunları yakîn/kesin doğrular olarak sunmamalıyız. Kur'an, bu konu üzerinde titizlikle durmaktadır. Kitabımız, insanın en büyük fikrî uçurumunun yakîne/kesin gerçeğe varmadan zan ve ihtimal peşine düşülmesi olduğunu belirtiyor. Rasül-i Ekrem'e ve dolayısıyla tüm mü'minlere hitaben şöyle buyuruyor:

"Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, ve ancak yalan konuşurlar." (En'am: 6/116)

Ve şöyle emredilir:

"Hakkında bilgi sahibi olmadığın (hakikatine varamadığın) şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsrâ: 17/36)

Aklı ve düşünceyi çeldirip fikirde hataya sebep olan ikinci mesele, taklittir. Bu, özellikle toplumsal meselelerde söz konusu olan bir şeydir. Çoğu insanlar, kalabalıklara uyar ve toplumun inandığı şeye inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse, onlar da aynısına hiç bir delil ve mantık aramadan uyarlar. O yüzden yıkılması gereken putlar içinde, toplum ve gelenek putu, ataların yolunu kutsallaştırma putu büyük putlardır. Kur'an, bütün insanlara şöyle der: Bir deliliniz olmadan geçmişlerinizin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmeniz yerine; her şeyi akıl ve vahiy terazisiyle ölçün de, doğruluk ve yanlışlığını öyle anlayın. Geçmişte nice davranış ve fikirler vardır ki, yanlış oldukları halde halk onları kabul etmiş veya doğru oldukları halde halk cahillikleri yüzünden onları reddetmiştir.

Kur'an, geçmişlere (soya, atalara) tâbi olmayı akla ters düşen bir husus olarak zikreder:

"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış (şuursuz), doğruyu da bulamamış idiyseler? (Onların şuursuzluğunu devam mı ettireceksiniz?)" (Bakara: 2/170)

Bu âyetten anlıyoruz ki, bir düşünce ve davranışın eskiliği, onun ne doğruluğunu gösterir, ne de yanlışlığını. Eskiden beri doğru kabul edilen ve âdet halinde yaşan hususların, eski ve köklü olması  onun  doğruluğuna  delil  olamayacağı gibi, her eskinin de yanlış olması gerekmez. Eskimek, maddî şeylerde olabilir; fakat evrenin gerçekleri, üzerinden zaman geçmekle eskiyip yıpranmaz.

Meselâ, "Bir toplum, kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah, onların durumunu  değiştirmez." (Ra'd: 13/11) Bu âyette açıklanan hakikat, ebediyete kadar devam edip, doğruluk ve sağlamlığını olduğu gibi korur. Kur'an diyor ki, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakmalı, başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir görüş, sadece filan ünlü adama aitmiş diye kabul edilmemeli, bizzat insanın kendisinin meseleleri araştırıp her şeyin gerçeğine varması gerekir. Toplumun istediğini yapmak, çağa veya geçmişlere uyup onları körü körüne taklit etmek gibi Kur'an'ın şiddetle kınadığı bu konuyu, fıkıhtaki bir mezhebi ve müctehidleri taklit ile birbirine karıştırmamalıyız. Çünkü bu fıkıh dalında uzman olanlara müracaat etmek anlamındadır ve yukarıda değindiğimiz meseleler ile hiç bir ilgisi yoktur. Tam tersine âlimlere danışmak Kur'an'ın emridir:

"Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline, bilenlere sorun." (Nahl: 16/43; Enbiyâ: 21/7)

İnsanın aklını çelip hataya sürükleyen önemli sebeplerden biri de Kur'an'a göre hevâ ü hevese ve nefsânî isteklere uyup garaz üzerinden meselelere bakmaktır. "Hevesler geldi mi, gönül kararır; perdeler çekilip gözler kapanır." İnsan, hevâ ve heveslerinden arınmadığı müddetçe doğru düşünemez. Yani akıl, nefsânî isteklerin işe karışmadığı bir yerde doğru hüküm verebilir ancak. Kur'an, hevâ ve hevese uymanın fikrî kaymaları doğuracağını bir çok yerde belirtmiştir. Bunlardan biri şu âyettir:

"Bu putlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." (Necm: 53/23)[2]

Akılların derecelerindeki değişiklik, eksikliklerinden ileri gelir. Yoksa, esas itibariyle akıllar için yol birdir. O da doğru yoldur, sırât-ı müstakim olan Allah’ın vahiyle bildirdiği, rasülleriyle gösterdiği/hidâyet ettiği İslâm’dır.

Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mahiyetini, melekleri, âhireti, Allah’ın zâtını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrâk sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faaliyet alanı ise bu kâinat ile (hatta onun çok küçük bölümü ile) sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allahü Teala insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri kesin doğrudur denemez.

Özetle;

1) Aklın, Kur’an’ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,

2) Aklın, Kur’an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,

3) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve  kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.                                                                                         

Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul ederse, bu düşünce onu küfre, dalâlete ve sapıklığa götürür. Aklın bu tür kullanımı, Kur'an'a göre aklı kullanmamaktır, akılsızlıktır. Fakat aklını usulüne göre  ve Kur’an’ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret saadetine iletir. [3]  

 

 Hazırlayan

Cemal SAYGIDAR

 

 


 


[1] Yine bkz. En'am: 6/116; Câsiye: 45/24.

[2] Kur'anî Araştırmalar I, Murtaza Mutahhari, Tûba Y. s. 55-70.

[3] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

 

Back to Top
 Post Reply Post Reply

Forum Jump Forum Permissions View Drop Down



This page was generated in 0.109 seconds.