İmam Şafiî (ö. 204/819)'ye nispet edilen
        fıkıh ekolü. Şafiî'nin künyesi,
        Ebû Abdullah Muhammed b. İdrîs elKureşî
        el-Hâşimî el-Muttalibî b. Abbas b. Osman b. Şâfi' olup H.
        150'de Gazze'de doğmuştur. Hz. Peygamber'in dördüncü batından
        dedesi Abdu Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur. İmam
        Şafiî'nin doğum yılı Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767)
        vefat yılına rastlar.
        Babası İdris bir iş için
        Filistin'deki Gazze'ye gitmiş ve orada iken vefat etmişti. Doğumundan
        iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı olan Mekke'ye
        getirdi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i hıfzetti. Fasih
        Arapça konuşan Huzeyl kabilesi arasında şiir ve edeb öğrendi.
        Sonra Mekke müftîsi Müslim b. Hâlid ez-Zenâ'den ders alarak, onun
        yanında fetva verecek duruma geldi. O zaman on beş yaşlarında
        idi. Bundan sonra Medine'ye gitti. Orada müctehid İmam Mâlik b.
        Enes (ö. 179/795) fıkıhta üstad idi. Mâlik, kendi eseri
        olan el-Muvatta'ı, İmam Şafiî'nin ezbere okuduğunu
        görünce hayretini gizleyememişti. İmam Şafiî, Süfyan
        b. Uyeyne, Fudayl b. Iyâz'dan, amcası Muhammed b. Şâfi' ve
        başkalarından hadis rivayet etti.
        Muhammed b. el-Hasan'dan Irak fakihlerinin kitaplarını
        aldı. Onunla fıkhî konularda münazaralarda bulundu. 187
        H.'de Mekke'de, 195 H. de Bağdâd'ta Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)
        ile görüştü. Böylece Hanbelî fıkhına, usûlüne, nâsih
        ve mensûh konusuna muttali oldu. Sonra Bağdad'ta "İmam
        Şafiî'nin eski mezhebi" denilen görüşlerini ortaya
        koydu. 200 H.de Mısır'a geçti ve "Yeni Mezheb"
        denilen görüşlerini tasnif etti. Orada iken 204/819'da vefat
        ederek Karafe denilen yere defnedildi.
        İmam Şafiî ilk olarak fıkıh usulünü
        tedvin etmiş ve bu konuda "erRisâle" yi yazmıştır.
        el-Hucce isimli eseri Irak'taki, "el-Ümm" ise Mısır'daki
        görüşlerini kapsar.
        İmam Şafiî mutlak, bağımsız
        bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı. O,
        Hicaz ve Irak fıkhını birleştirici bir yol izledi.
        Ahmed b. Hanbel onun hakkında; "Şafiî, Allah'ın
        kitabı ve Rasûlünün sünneti konusunda insanların en fakihi
        idi" demiştir. (Vehbe ez-Zühaylı, el-Fıkhu'l-İslâmi
        ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 36,37).
        Şafiî Mezhebinin Usûlü
        Delil olarak Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'a
        dayanır. Şafiî, Hanefi ve Malikîlerin aldığı
        "İstihsan"ı reddeder ve "kim istihsan yaparsa
        kendisi şeriat koymuş olur" derdi. Masâlih-i Mürsele'yi
        ve Medinelilerin amelini delil almayı da reddederdi. Bağdad'lılar
        ona "Sünnetin Yardımcısı" lakabını
        vermişlerdi.
        İmam Şafiî'nin "eski mezhebi"ni
        kendisinden dört Iraklı arkadaşı rivayet etmiştir.
        Bunlar Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Za'ferânî ve Kerâbîsî'dir. el-Ümm'de
        yer alan "yeni mezhebi"ni şu Mısırlı
        arkadaşları rivayet etmiştir: el-Müzenî, el-Buveytî,
        er-Rabîu'l-Ceyzî, er-Rabî' b. Süleymân ve başkaları.
        Şafiîlerde fetvaya esas olan yeni mezhep görüşleridir. Çünkü
        İmam Şafiî eski görüşlerinden rucû' etmiş ve
        "Benden kim bunları rivayet ederse ona hakkımı helal
        etmem" demiştir. Ancak basit on beş kadar mesele bundan müstesnadır.
        Diğer yandan İmam Şafiî'nin; "Hadis sahih olunca,
        benim mezhebim odur. Böyle bir durumda, hadisle çatışan bana
        ait sözü duvara çarpın" (ez-Zühaylî, a.g.e., 1, 37;
        Muhammed Ebû Zehra, Kitabü'ş- Şafiî, 149 vd.) dediği
        bildirilir.
        Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini
        Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmada, günlük
        fürû şer'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir
        takım usûl kurallarına uyuluyordu. İlk müctehid imamların
        devrinde de sözlü olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyed, umum,
        husus gibi metotla ilgili bilgiler hüküm çıkarmada esas alınıyordu.
        Ancak bunlar tedvin edilerek yazılı bir eser haline
        getirilmemişti. İşte İmam Şafiî ilk olarak ûsul
        konularını kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana
        getirdi. Çünkü Şafiî, sahabe, tâbiîn ve kendinden önceki fıkıh
        bilginlerinden intikal eden fıkıh servetini hazır bulmuş,
        İmam Mâlik'ten aldığı Medine fıkhı ile
        İmam Muhammed aracılığı ile aldığı
        Irak fıkhını birleştirici bir yol izlemiştir.
        Kendi yetiştiği çevre olan Mekke fıkhını da
        iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam alt yapı
        sebebiyle, fıkhın genel metotlarını belirleme yeteneğini
        kazanmış ve bunun sonucunda fıkıh usûlünü tedvin
        etmiştir.
        Mezheplerde fıkhın, usûlden önce tedvin
        edilmiş olmasında bir tuhaflık yoktur. Çünkü hükümlerde
        asıl konu fıkıhtır. Usûl ise bir metot ilmi olup,
        mantık gibi, aklın doğru ile yanlışı ayırdetme
        niteliği gibi doğuştan vardır. Aynı konuda
        birbiri ile çelişen iki âyet olunca, sonra inenin öncekini
        neshetmesi, genel hükmün özel hükümle sınırlandırılması
        gibi.
        Şafiî, dili iyi bildiği için âyet ve
        hadislerden hüküm çıkarabilmiş, Kur'an'ın tercümanı
        olarak bilinen Abdullah b. Abbas'ın ilminin nakledildiği
        Mekke'de yetiştiği için nesih konusunu öğrenmiştir.
        Şafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü
        de denilmiştir. Çünkü bunların usûle dair çalışmaları
        tamamen teoriktir. Mezhep gayreti onların metodunu etkilememiştir.
        Meselâ; Şafiî, sükûtî icmaı kabul etmez. el-Âmidî (ö.
        631/1233) ise Şafiî mezhebinden olduğu halde "el-İhkâm"
        adlı eserinde sükûtî icmaı tercih eder (el-Âmidı, el-İhkâmî
        Usûli'l-Ahkâm, Kahire (t.y), I, 265). Bu usûl, kelâm ilminin metot
        ve konusundan istifade ettiği, felsefi ve mantıkî yönleri
        bulunduğu için "mütekellimlerin metodu" olarak
        nitelenmiştir. Meselâ; kelâm konusuna giren iyi ile kötünün akıl
        ile bilinip bilinemeyeceği, peygamberlerin peygamberlikten önce
        ismet sıfatına sahip (ma'sûm) olup olmadığı ve
        benzeri konular da tartışılmıştır.
        Şafiî veya kelamcıların metodu ile
        yazılmış en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi
        şunlardır. 1) Mu'tezile ekolünden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b.
        Alî el-Basrî'nin (ö.463/1071) Kitâbü'l-Mu'temed'i,” 2) Şafiî
        ekolünden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin (ö.487/1085) "Kitâbü'l-Bürhân"ı,
        3), İmam el-Gazzalî'nin (ö.505/1111) "el-Mustasfâ"sı.
        Bu üç kitabı Fahruddin er-Râzî (ö.
        606/1209) özetlemiş ve bazı ekler yaparak eserine "el-Mahsal
        " adını vermiştir. Seyfüddin el-Âmidi'nin (ö.
        631/1233) "el-İhkâm" adlı eseri de aynı
        nitelikte birleştirici ve özet bir eserdir. Daha sonra el-Mahsûl'ü,
        Siracüddin el-Urmevî (ö.682/1283) "et-Tahsîl", Tâcüddîn
        el-Urmevî (ö. 656/1258) ise "el-Hâsıl " adlı
        kitaplarında özetlediler. Sihâbuddîn el-Karafi (ö.684/1285) bu
        iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları
        alarak bunları "et-Tenkihât" adını verdiği
        küçük bir eserde topladı. Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (ö.685/1286)
        de bunun bir benzerini yaptı.
        el-Âmidî'nin el-İhkâm'ını ise
        İbn Hâcib (ö. 846/1442) "Müntehâ 's-Sül ve'l-Emel"
        adlı kitabında, bunu da "Muhtasaru'l-Müntehâ"
        isimli eserinde özetledi. Daha sonra bu özet eserleri bunlara yazılan
        şerhler izledi.
        Şafiî Fıkhının Dayandığı
        Kaynaklar
        İmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı
        delilleri "el-Ümm"de şöyle belirlemiştir: "İlim
        çeşitli derecelere ayrılır. Birincisi, Kitap ve sabit
        olan Sünnettir. İkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm bulunmayan
        meselelerde İcmâ'dır. Üçüncüsü bazı sahabîlerin sözleridir.
        Ancak bu sahabe sözleri arasında çelişki bulunmamalıdır.
        Dördüncüsü, ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan sözlerdir.
        Beşincisi, Kıyas'tır. Bu da temelde Kitap ve Sünnet'e
        dayanır. İşte ilim bu derecelerden en üst olanından
        elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm, Kahire 1321-1325, VII,
        246).
        Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti
        İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul
        etmektedir. Çünkü diğer deliller de temelde bu iki delile dayanır
        ve bunlara aykırı olamaz. Şafiî, Kitap ve sabit olan Sünneti
        aynı sırada delil kabul eder. Çünkü Sünnet Kur'an'ın
        beyanını tamamlar, kısa anlatımlarını (mücmel)
        genişletir ve bazı kimselerin kavrayamayacağı
        inceliklerini açıklar. Buna göre, Sünnetin açıklayıcı
        durumunda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı
        şeyin derecesinde olması gerekir. Birçok sahabîler de hadise
        bu gözle bakıyordu.
        Ancak bu durum, İmam Şafiî'nin Sünneti
        her yönden Kur'an'a denk saydığı anlamına gelmez.
        Çünkü her şeyden önce Kur'an Allah kelâmı, Sünnet Hz.
        Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir. Kur'an ibadet amacıyla
        okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz. Kur'an tevatür yoluyla sabittir. Sünnetin
        önemli bir bölümü tevatüre dayanmaz. İmam Şafiî'ye göre
        Sünnet Kur'an'ın dalı mesabesindedir. Bu yüzden gücünü
        Kur'an'dan alır, onu destekler ve tamamlar. Bu bakımdan açıklayanla
        açıklanan birbirine denk olmalıdır. Ancak bunun için, Sünnet
        sağlam olmalıdır. Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler,
        birinciler kadar kuvvetli değildir. Diğer yandan Şafiî,
        inanç esaslarını belirlemede Sünnetin Kur'an derecesinde
        olmadığını açıkça ifade etmiştir (M. Ebû
        Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir
        Şener, İstanbul 1978, s. 336, 337)
        Şafiîlerin Âhâd Hadisi Delil Alması
        Bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından
        rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan
        haberlere "âhâd hadis" denir. Hanefiler, senedinde kopukluk
        olmayan hadisleri mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe
        ayırırlar. Diğer çoğunluk müctehidlere göre ise,
        Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak üzere ikidir. Meşhur sünnet
        ise başlı başına bir çeşit olmayıp âhâd
        sünnet kabilindendir. Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka
        ravileri tevatür sayısına ulaşmamaktadır. Çoğunluğa
        göre âhâd sünnet; garîb, azîz ve müstefîz olmak üzere üçe ayrılır.
        Garîb; her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı
        tek olan hadistir. Azîz hadis; her üç tabakada sadece iki râvî
        tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda
        ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki
        olan hadistir. Müstefîz hadis ise; her üç tabakada üç veya daha çok
        kişi tarafından rivayet edilen hadistir.
        İmam Şafiî âhâd haberi delil olarak alırken
        sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasını yeterli görür.
        O, Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olması, rivayet ettiği
        hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düşmesi, İmam Mâlik'in
        ileri sürdüğü Medinelilerin ameline uygun düşmesi gibi
        şartları öngörmez.
        İmam Şafiî hadisi savunurken âhâd
        haberlerin de delil alınması gerektiğini şu
        delillerle ortaya koymuştur:
        1. Hz. Peygamber, İslâm'a davet için tevatür
        sayısında olmayan tek tek elçiler göndermiştir. Bu elçilere,
        sayılarının yetersiz olduğunu ileri sürerek karşı
        çıkan olmamıştır.
        2. Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kişinin
        şahitliği ile karar verilmektedir (bk. el-Bakara,2/282).
        Halbuki iki kişi tevatür sayısında değildir.
        3. Hz. Peygamber, kendisinden hadis işitenlere,
        bir kişi bile olsa bunu başkasına rivayet etme izni vermiş,
        hatta buna özendirmiştir. Hadiste şöyle buyurulur:
        "Allah Teâlâ benden bir söz işitip bunu başkalarına
        tebliğ edeni nurlandırsın" (Tirmizi, İlim, 7;
        Ebû Dâvûd, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik,
        46; Ahmed b. Hanbel, I, 437,V,183). Diğer yandan Vedâ haccı sırasında
        irad edilen hutbede de; hazır bulunanların, bulunmayanlara
        tebliğ etmesi, kendisine tebliğ ulaşanların, hükümleri
        ulaştıranlardan daha iyi kavramalarının mümkün
        olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Alim, 9, 10, 37; Hacc, 132,
        Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid, 24; Müslim, Hacc,
        446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10; Tirmizî, Hacc, 1; Nesâî,
        Hacc, 111).
        4. Sahabîler Hz. Peygamber'in hadislerini,
        birbirinden tek tek rivayet etmişler, birçok kimse tarafından
        rivayeti şart koşmamışlardır (Ebû Zehra, a.g.e.,
        339, 340).
        İmam Şafiî'nin Mürsel Hadisi Delil Alışı
        Senedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis"
        denir. Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir
        ravinin de tabiîn veya sahabeyi atlayarak doğrudan Hz.
        Peygamber'den işitmiş gibi hadis nakletmeleri halinde bu çeşit
        hadis söz konusu olur. Ebû Hanife ve İmam Mâlik, bu çeşit
        hadisleri, rivayet eden râvi güvenilir olursa, başka bir şart
        öne sürmeksizin kabul ederler.
        İmam Şafiî ise mürsel hadisi, bunu
        rivayet eden tâbiî Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan
        el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir
        tabiî ise kabul eder. Ayrıca hadisin şu nitelikleri taşımasını
        da şart koşar:
        1. Mürsel hadisi, senedi tam ve aynı anlamda başka
        bir hadis desteklemelidir.
        2. Mürseli, ilim adamlarının kabul ettiği
        başka bir mürsel hadis desteklemelidir.
        3.Mürsel hadis, bazı sahabe sözüne uygun düşmelidir.
        4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu
        onunla fetva vermiş olmalıdır.
        Ancak mürsel hadisle, senedi tam olan hadis çakışırsa,
        bu sonuncusu tercih edilir (M. Ebû Zehra, Usûlü'lFıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî
        tab' 1377/1958, ts., 111,112).
        Uygulamadan örnek: Hz. Âişe (ö. 58/677)'den
        şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hafsa'ya bir
        yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de oruçlu idik. Bu
        yiyecekle orucumuzu bozduk. Sonra Rasûlüllah (s.a.s) yanımıza
        girdi. Ona durumu anlattık. Allah'ın Rasûlü şöyle
        buyurdu: "Zararı yok, onun yerine başka bir gün oruç
        tutun". Bu hadis mürseldir. Çünkü ez-Zuhrî (ö. 124/741) bunu
        Hz. Âişe'den rivayet etmiş, halbuki onu bizzat Hz. Âişe'den
        duymamış, Urve b. ez-Zübeyr'den duymuştur (eş-,Sevkânî,
        Neylü'l-Evtâr, IV, 319). İmam Şafiî bu yüzden mürsel olan
        bu hadisle amel etmez ve nâfile oruç tutan kimsenin, orucu bozması
        hâlinde, başka bir günde kaza etmesi gerekmediğini söyler.
        Diğer yandan yine ez-Zührî'nin rivayet ettiği;
        "Rehin bırakan kişi borcunu ödemeyince, rehnedilen
        şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz.
        Rehnedilen şeyin menfaat ve hasan rehnedene aittir" (İbn
        Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 319-321) hadisini ise,
        ravisi Said b. el-Müseyyeb meşhur olduğu için kabul eder.
        Buna göre, rehin, rehin alanın yanında bir emanet hükmündedir.
        Onun korunması konusunda kendisinin bir kasıt veya kusuru
        olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın
        borcunda bir eksilme olmaz (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh,
        Terc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, 80,81).
        Şafiî'nin Sükûtî İcma'ı Delil
        Almayışı
        İcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrılır.
        Birincinin delil oluşunda bir görüş ayrılığı
        yoktur. Sükûtî icma'; şer'i bir meselede bir veya birkaç müctehidin
        görüş belirttikten sonra, bu görüşe muttali olan o
        devirdeki diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma
        veya karşı çıkmada bulunmaksızın susmalarıdır.
        Mâlikîlere ve son görüşünde İmam Şafiî'ye göre sükûtî
        icmâ delil sayılmaz. Çünkü müctehidlerin bir konuda susması,
        onların açıklanan görüşe katıldıklarını
        gösterebileceği gibi, başka bir nedene de dayanabilir. Henüz
        o mesele ile ilgili ictihadî bir kanaate varmamış olması,
        görüşünü açıklayan müctehidden çekinmesi veya görüşünü
        açıkladığı taktirde bir zarara maruz kalma
        korkusunun bulunması susma nedenleri arasında olabilir. Kısaca,
        ittifak gerçekleşmedikçe icma'ın varlığından
        söz edilemez. Şâfiîlerden sükûti icma'ı kabul eden el-Âmîdi
        de buna "zanni delil" deyimini kullanır (M. Ebû Zehra, eş-Şafiî,
        Terc. Osman Keskioğlu, Ankara 1969, s. 252 vd.).
        Şafiî Ekolünün İstihsana Karşı
        Çıkması
        İstihsan; müctehidin bir meselede, kendi
        kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini
        gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kıyas, örf veya maslahat
        gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm
        vermesidir.
        İmam Şâfiî istihsana karşı çıkmış
        ve bu konuda "İbtalu'l-İstiksan" adlı bir
        risale yazmıştır. Bu eserde şöyle der: "Allah'ın,
        Rasûlünün ve Müslümanlar topluluğunun hükmü olarak bütün
        bu zikrettiklerim gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen
        kimsenin ancak bağlayıcı bir delille hüküm ve fetva
        vermesi caiz olur. Bu da Kitap, Sünnet veya ilim sahiplerinin ihtilafsız
        olarak söyledikleri bir görüş yahut bunlardan bazısına
        kıyas yapma yolu ile olur. İstihsan ile fetva verilmez. İstihsan
        bağlayıcı olmaz, o bu anlamlardan birisini de taşımaz".
        Şâfiî'nin "Cimâu'l-İlm" "er Risâle"
        veya el-Ümm" kitabında da bu sözlerin benzerlerini bulmak mümkündür.
        Hanefîler istihsanı geniş ölçüde
        kullanmış, Mâlikîler de bu konuda onları izlemiştir.
        İmam Şâfiî ise "İstihsan yapan
        kendi başına din koymuş olur" diyerek şu
        delillere dayanmak suretiyle istihsana karşı çıkmıştır:
        1. Şer'î hükümler ya doğrudan nass'a (âyet-hadis)
        veya kıyas yoluyla nass'a dayanır. İstihsan bunlardan
        birisine dahilse ayrı bir terime ihtiyaç olmaz. Aksi halde Cenab-ı
        Hakkın bazı konularda boşluk bıraktığı
        sonucu çıkar ki bu, "İnsan başıboş bırakıldığını
        mı sanır?” (el-Kıyâme, 75/36) âyeti ile çelişir.
        2. Kur'an'da Allah ve Rasûlüne itaat emredilmekte,
        nefsî isteklere uyulması yasaklanmakta ve anlaşmazlık çıktığı
        takdirde yine Kitap ve Sünnete başvurulması istenmektedir (en-Nisâ,
        4/59)
        3. Hz. Peygamber istihsan ile fetva vermez, hevasından
        konuşmazdı. Nitekim eşine; "Sen bana anamın sırtı
        gibisin" diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiş, "Zıhâr"
        âyeti (el-Mücâdele, 58/1-4) gelinceye kadar beklemiştir.
        4. Hz. Peygamber, kendi kanaatlerine göre, bir ağaca
        sığınan bir müşriki öldüren sahabîleri, yine öldürülme
        korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen şahsı öldüren
        Usâme (r.a)'ın bu davranışını uygun görmemiştir.
        5. İstihsanın bir kuralı, hak ile bâtılı
        karşılaştıracak bir ölçüsü yoktur. Serbest bırakılırsa,
        aynı konuda farklı bir çok fetvalar ortaya çıkar.
        6. Sadece akla dayanan bir istihsan anlayışı
        ortaya çıkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanların da bu
        metodu kullanmaları caiz olurdu (eş-Şâfiî, el-Ümm, VI,
        303, VII, 271 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, 271 vd.).
        Ancak burada İmam Şâfii'nin reddettiği
        istihsanı şer'î bir delile dayanmaksızın, şahsî
        arzuya ve sübjektif düşüncelere göre hüküm vermek olarak değerlendirmek
        gerekir. Şüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul etmediği
        bir şekildir. Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için
        o meselenin şer'î bir mesele olması yanında şu altı
        delilden birisine dayanması şarttır:
        1. Nass'a dayalı istihsan. Meselâ mevcut
        olmayan bir şeyin satışı yasaklandığı
        halde (Ebû Davud, Büyü', 70), para peşin mal veresiye bir akit
        olan seleme izin verilmiştir (Ebû Dâvud, Büyü', 57).
        İşte burada ikinci hadise dayanarak kıyas terkedilmekte
        ve istihsan yoluna gidilmektedir.
        2. İcma'ya dayalı istihsan. Meselâ sanatkâra
        mal sipariş vermek anlamına gelen istisnâ akdi icmâa dayanır.
        Çünkü asırlar boyunca buna karşı çıkan bilgin
        olmamıştır.
        3. Zaruret veya ihtiyaca dayalı istihsan.
        Pislenen kuyunun, bir kısım suyun çıkarılması
        ile temizlenmiş sayılması gibi (İbnü'l-Hümâm,
        Fethu'lKadîr, I, 67 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, I, 147 vd).
        4. Gizli kıyasa dayalı istihsan. Meselâ;
        yerleşik kurala göre; özel kayıt konulmadıkça arazinin
        satımı ile irtifak hakları kendiliğinden alıcıya
        geçmez. Bu konuda vakfın satıma kıyası açık
        veya celî kıyas, kiraya kıyası ise gizli kıyastır.
        Vakıf istihsan yoluyla kiraya kıyas edilerek, irtifak (su içme,
        su alma, geçit gibi) haklarının vakıf kapsamına
        girmesi esası benimsenmiştir (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh,
        168).
        5. Örfe dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre
        vakfın ebedî olması gerekir. Bu da vakfın sadece gayri
        menkullerde olabileceği anlamına gelir. Halbuki İmam
        Muhammed eş-Şeybânî kitap ve benzeri vakfedilmesi örf
        haline gelen şeylerin kıyasa aykırı olmakla birlikte
        vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir. Bu esastan hareket
        edilerek nakit para vakıflarına da fetva verilmiştir.
        6. Maslahata dayalı istihsan. Yerleşik
        kurala göre ziraat ortakçılığı, kira akdine kıyasla
        taraflardan birisinin ölümü ile sona erer. Ancak ürün henüz yetişmemiş
        bir durumda iken toprak sahibi ölse, emek sahibinin menfaatini korumak
        için istihsan yapılarak akit ürün alınıncaya kadar
        uzamış sayılır (Zekiyüddin Şa'ban, a.g.e.,
        171).
        Sonuç olarak Hanefî ve Şâfiîlerin istihsan
        anlayışı dikkatlice incelendiğinde arada önemli bir
        ayrılığın bulunmadığı görülür.
        Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptığı meselelerin
        temelinde daima yukarıda belirtilen delillerden birisi bulunur.
        Nitekim el-Âmidî'nin belirttiğine göre, İmam Şâfiî
        de bazı meselelerde istihsan terimini de kullanarak bu metoda başvurmuştur.
        Şâfiî'nin "Mut'anın otuz dirhem olmasını
        uygun buluyorum", "Şüf'a hakkı sahibinin bu hakkını
        üç gün içinde kullanmasını uygun görüyorum" sözleri
        buna örnek verilebilir (el-Âmidî, el-İhkâm, III, 138).
        Şâfiî'nin Sahabe Sözünü Delil Alışı
        Şâfiî ûsul bilginlerinden bazıları,
        onun eski mezhebine göre sahabe kavlini delil aldığını,
        yeni mezhebinde bu görüşten vazgeçtiğini söylemişlerdir.
        Ancak yeni mezhebi rivayet eden Rabî b. Süleyman el-Murâdî'nin
        naklettiği başka bir eser olan "er-Risâle" de
        Şâfiî'nin sahabe sözlerini delil olarak aldığı görülür
        (er-Risâle, Halebî baskısı ve Ahmet M. ,Sakir nesri, Kahire
        1940, s. 597). Yine Şâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlı
        eserinde şöyle der: "Kitap ve Sünneti bilenler için özür
        söz konusu olmayıp, gereğine uymak şarttır. Kitap
        ve Sünnet'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan birinin sözlerine
        başvururuz. Eğer ihtilaflı meselede Kitap ve Sünnete
        daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer ve
        Osman (r. anhüm)'ın sözüne uymamız daha iyi olur. Eğer
        bir sözün Kitap ve Sünnete daha yakın olduğuna dair bir
        delil bulunursa, o söze uyarız" (Şâfiî, el-Ümm, VII,
        246).
        Şeriat İlminin Kısımları
        İmam Şâfiî'ye göre şeriat ilmi
        ikiye ayrılır.
        1. Hükümlere kesin olarak delâlet eden nasslarla sâbit
        olan kesin ilim.
        2. Galip zanna dayanan zannî ilim. İşte âhâd
        haberler ve kıyas bu kısma girer. Müctehid nasslardan kesin hüküm
        çıkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir.
        Şâfiî Mısır'da yazdığı
        kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiş
        ve o; "Bağdad'ta yazdığım kitapları benden
        kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiştir. Şâfiî'nin
        eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi bir konu
        üzerinde çeşitli görüşler yer alır. Bazan iki veya
        üç çeşit kıyas yapılır, fakat tercih okuyucuya bırakılır.
        Buna, zekât verilmeden satılan tarım ürünlerini örnek
        verebiliriz. Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını
        satsa, sonra alıcı bunların zekâtının
        verilmediğini anlasa, şu durumlar söz konusu olur:
        a. Alıcı, malın tamamı için mi,
        yoksa zekât olarak verilmeyen miktarı için mi satım aktini
        feshetme hakkına sahiptir?
        b. Zekât miktarı arazi yağmurla sulanmışsa
        onda bir, âletle sulanmışsa yirmide birdir. Alıcı
        burada seçimlik hakka sahip midir?
        c. Zekât düşüldükten sonra kalan kısmı
        paranın tümü ile mi alır, yoksa satışı fesih
        mi eder? Şâfiî bütün bu görüşlerin doğru olabileceğini
        belirtir.
        Şâfiî mezhebinde görüşlerin çok oluşunun
        bu mezhebin gelişmesine yardımcı olduğu söylenebilir.
        Çünkü bu mezhebte tercih kapısı sürekli olarak açık
        bırakılmıştır (Ebû Zehra, İslâm'daFıkhî
        Mezhepler Tarihi, 354, 355).
        Şâfiî Mezhebinin Yayılması
        Şâfiî mezhebi özellikle Mısır'da
        yayılmıştır. Çünkü mezhebin imamı hayatının
        son dönemini orada geçirmiştir. Bu mezhep, Irak'ta da yayılmıştır.
        Çünkü Şâfiî fikirlerini yaymaya önce orada başlamıştır.
        Irak yoluyla Horasan ve Mâveraü'n-Nehir'de de yayılma imkânı
        bulmuş ve bu ülkelerde fetvâ ile tedrisatı Hanefî mezhebi
        ile paylaşmıştır. Bununla birlikte bu ülkelerde
        Hanefî mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olması nedeniyle
        hâkim durumda idi. Mısır'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince
        Şâfiî mezhebi daha da güçlenmiş, hem halk, hem de devlet
        üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur. Ancak Kölemenler
        devrinde Sultan Zâhir Baybars, kadıların dört mezhebe göre
        atanması gerektiği görüşünü öne sürmüş ve bu
        görüş uygulanmıştır. Ancak bu dönemde de Şâfiî
        mezhebi o yörede diğer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir.
        Meselâ; taşra şehirlerine kadı atama yetkisi ile yetim
        ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şâfiî
        mezhebine ait idi.
        Osmanlılar Mısır'ı ele geçirince
        Hanefi Mezhebi üstünlük kazandı. Daha sonra Mehmet Ali Paşa
        Mısır'a hâkim olunca, Hanefi mezhebi dışındaki
        mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga etmiştir.
        Şâfiî mezhebi İran'a da girmiştir. Günümüzde
        Şiî ekolü ile yanyana bulunmaktadır.
        Günümüzde Anadolu'nun doğu kesiminde,
        Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanları
        arasında Şafiî mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladır.
        Endonezya adalarında ise hâkim olan tek mezhep Şâfiî
        mezhebidir (Ebû Zehra, a.g.e, 358 vd.).
        Hamdi DÖNDÜREN