HANEFi MEZHEBi
Printed From: Vesiletunnecat
Category: MEZHEPLER
Forum Name: FIKHi MEZEBLER
Forum Description: Fıkhi mezhebler nelerdir?
URL: http://www.vesiletunnecat.com/forum/forum_posts.asp?TID=2615
Printed Date: 22-12-2024 at 09:34
Topic: HANEFi MEZHEBi
Posted By: kral
Subject: HANEFi MEZHEBi
Date Posted: 20-02-2021 at 20:46
HANEFi MEZHEBi
İmam-ı Âzam lâkabıyla şöhret
bulan Ebû Hanîfe'ye izâfe edilen fıkıh ekolünün adı.
Ebû Hanife'nin asıl adı Numân, babasının adı
Sâbit, dedesinin adı ise Zûta'dır. Zûta, Irak ve İran'ın
müslümanların eline geçmesinden sonra müslüman olmuş ve Kûfe'ye
yerleşmiştir. O ve oğlu Sâbit Kûfe'de Hz. Ali ile görüşmüştür
Ebû Hanîfe H. 80 yılında Kûfe'de doğdu,
varlıklı bir ailenin çocuğu olarak orada yetişti.
Irak ve Hicaz Ebû Hanife'nin yetiştiği dönemde önemli iki
ilim merkezi hâlindeydi. Çünkü Hz. Ömer (ö.23/643) devrinde Fustat
(eski Mısır), Kûfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri
kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de
bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti. Hz. Ömer Kûfe'ye
fasih Arapça konuşan kabîleleri yerleştirmiş ve
Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652)'a onlara ilim öğretmesi için göndermiş,
"kendisine ihtiyacım olduğu halde Abdullah'ı size göndermeyi
tercih ettim" demiştir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkin,
I, 16, 17, 20).
İbn Mes'ûd, Kûfe'nin kuruluşundan Hz.
Osman'ın halifeliğinin sonlarına kadar Kûfelilere Kur'ân
ve fıkıh öğretmiştir. Bu sayede orası, pekçok
kurrâ, fıkıh ve hadis bilginiyle dolmuştur. Onun
talebelerinin dört bin dolaylarında olduğu söylenir. Ayrıca
Kûfe'de Sa'd b. Ebî Vakkas (ö. 55/675), Huzeyfe İbnü'l-Yemân (ö.
36/656), Selmân-ı Fârisî (ö. 36/656), Ammâr b. Yâsir (ö.34/657),
Muğîre b. Şu'be (ö. 50/670), Ebû Mûsa-Eş'ar, (ö.
44/664) gibi. seçkin sahâbiler de bulunuyordu (en-Neysâbûrî,
Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, nşr. es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s.
191, 192). Bunlar İbn Mes'ûd'a yardımcı oluyorlardı.
Hz. Ali Kûfe'ye geldiğinde buradaki fakihlerin çokluğuna
sevinmiş,
"Allah, İbn Mes'ûd'a rahmet etsin, bu
şehri ilimle doldurmuş; İbn Mes'ûd'un öğrencileri
bu şehrin kandilleridir" demiştir (el-Kevserî, Fıkhu
Ehli'l-Irak ve Hadisühum, Nasbü'r-Râye mukaddimesi, I, 29, 30).
Mısır'a yerleşen sahâbilerin üç yüz
dolaylarında olmasına karşılık el-İclî,
yalnız Kûfe'ye yerleşen sahâbilerin bin beş yüz
dolaylarında olduğunu, bunlardan yetmiş kadarının
Bedir savaşına katıldıklarını söyler.
Kûfe'de bu alim sahâbelerden feyiz ve ilim alarak
ictihad yapabilecek dereceye ulaşan tâbiîlerden bazıları
da şunlardır: Alkame b Kays (ö. 62/681), el-Esved b. Yezîd (ö.
75/694), Şurayh b. e1-Hâris (ö. 78/697), Mesrûk b. el-Ecda' (ö.
63/683), Abdurrahmân b. Ebî Leylâ (ö. 148/765), İbrahim en-Nehâî
(ö. 96/714), Âmiru'ş-Şa'bi (ö. 103/721), Said b. Cübeyr (ö.
95/714), Hammâd b. Ebî Süleyman (ö. 120/738).
İşte Hanefi mezhebînin kurucusu Ebû Hanîfe
(ö.150/767) böyle bir ilim ortamında yetişti. Ebû
Hanife'nin fıkhı, kendisinden on sekiz yıl ders aldığı
Hammad b. Ebî Süleyman vâsıtasıyla, İbrahim en-Nehâî,
Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi
sahâbe bilginlerine dayanır. Hz. Ömer'in Irak ekolüne etkisi tbn
Mes'ûd vasıtasıyla olmuştur. Hz. Ali ise kazâ ve fetvâlarıyla
Iraklılara önderlik yapmıştır.
Kûfe aynı dönemlerde hadîs malzemesi bakımından
da zengindi. Müctehidlerin kullandığı ibâdet, muâmelât
ve ukûbâtla ilgili hüküm hadislerinin sayısı sınırlı
olduğu için, bu konularda Hicaz'ın hadis malzemesi bütün
şehirlerin bilginlerince biliniyordu. Çünkü onlar hacc dolayısıyla
sık sık Mekke ve Medîne'yi ziyaret ediyorlardı. Aralarında
kırktan fazla hacc ve umre yapan vardı. Sadece Ebû Hanife
elli beş kere haccetmişti. İmam Buhârî'nin (ö.
256/869) hocalarında Affân b. Müslim el-Ensârî el-Basrî'nin (ö.
220/835) şu sözü Irak yöresinin hadîs bakımında ne
kadar zengin olduğunu göstermeye yeterlidir: "Kûfe'ye gelip
dört ay oturduk. İsteseydik yüz bin hadis yazardık; ancak
elli bin hadis yazdık. Biz yalnız herkesin kabul ettiği
hadisleri aldık. Çok hadis yazmamıza Şerîk b. Abdillâh
(ö. 177/793) engel oldu. Kûfe'de Arapça'sı bozuk ve hadis rivâyetinde
gevşeklik gösteren kimseye rastlamadık" (el-Kevserî,
a.g.e.,I, 35, 36).
Affân hakkında, İbnü'l Medinî;
"Hadisteki bir harfte şüphesi olsa o
hadisi almazdı"; Ebû Hatîm ise; "imamdır, sikâdır."
demiştir. Böyle titiz bir hadisçi kûfe yöresinde dört ayda
Ahmed b. Hanbel'in (ö. 241/855) Müsned'indekinden daha çok hadis
toplayabilmiştir.
Ebû Hanife Kûfe'de önce Kur'ân-ı hıfzetti.
Sarf, nahiv, şür ve edebiyat öğrendi. Kûfe, Basra ve bütün
Irak'ın en önde gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh
meselelerini öğrendi. Doğuştan mantık, zekâ, hâfıza
gücü ve çalışkanlığı ile ilim sahipleri arasında
temayüz etti. Onun ilme yönelmesinde Âmiru'ş-Şa'bî'nin
etkisi olmuştur. Numân, hacc seyahati sırasında, bizzat
sahâbelerden hadis dinlemiş olan Atâ b. Ebî Rabah (ö. 115/733)
ve İbn Ömer'in mevlâsı Nâfi' (ö. 117/735) gibi tâbiîlerden
bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadis dinlemiştir.
Hocası Hammâd'ın vefâtında Ebû Hanîfe
kırk yaşlarında idi. Onun vefâtıyla boşalan kürsüsünde
ders vermeye başladı. Ebû Hanife'nin ders ve fetvâ vermedeki
usûlü, rivâyet ve anânecilerin sema' (dinleme) usûlünden farklıdır.
Onun ders halkasında iki türlü müzâkerenin oluştuğu
anlaşılıyor a) Talebeleri için verdiği düzenli fıkıh
dersleri. b) Dışarıdan ve halk tarafından cevabı
istenilen sorular (istiftâ). Hanefi mezhebi istişâre esasına
dayandırılmıştır. Ebû Hanife meseleleri tek
tek ortaya atar, öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler
ve onlarla konuyu bir ay hattâ daha fazla süreyle münâkaşa
ederdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olan ve
ictihad derecesinde bulunanlar da düşünce ve ictihadlarını
söyledikten sonra, bu mesele hakkında müzâkere bitmiş sayılır
ve sıra Ebû Hanife'ye gelirdi. O, meseleyi yeniden izah ve tasvir
ettikten, kendi delillerini ve ictihadını ortaya koyduktan,
gerekli düzeltmeler yapılıp cevaplar verildikten sonra, alınan
karar çoğu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle,
bizat kendisi tarafından imlâ ettirildi. Bu imlâ vecizeleri daha
sonra fıkıh kaideleri hâline gelmiştir (Hatîb, Tarihu
Bağdâd XI, 307 vd.; el-Kevserî a.g.e., I, 36 vd.). Ebû
Hanife'nin bu ilim halkalarında İslâm'ın bütün hükümleri
yani ibâdât, muâmelât ve ukubâta âit emir ve yasaklarını
yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir. Konularına
göre tasnîf edilip tedvîn edilen bu hüküm ve meseleleri Zâhiru'r-Rivâye
adıyla kaleme alan Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'dir. (ö.189/805).
eş-Şeybânî daha küçük yaşta iken Ebû Hanîfe'nin
ilim meclislerinde hazır bulunmaya başlamış; eğitimini
daha sonra Ebû Yusuf'un yanında tamamlamıştır. Ebû
Hanife, öğrencileri için şöyle demiştir: "İçlerinizde
otuz altı tane yetişkin olanı var, onlardan yirmisekizi
kadılık, altısı müftîlik, ikisi de hem başkadılık
ve hem de fetvâ makamına lâyıktırlar (el-Bezzâzî, Menâkıb,
II, 125). Bunlar da Ebû Yûsuf ve Züfer'dir"
Zâhiru'r-Rivâye kitapları altı tane olup,
daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiştir. Bunlar;
" el-Asl (veya el-Mebsût)", "el-Câmiu's-Sağîr",
" el-Câmiu'l-Kebîr" " es-Siyeru's-Sağîr",
"es-siyeru'l-Kebîr" ve "ez-Ziyâdât" adlarını
alırlar. Hanefi mezhebinin temellerini oluşturduğu için
bunlara "Mesâil-i usûl"de denilmiştir. Zâhiru'r-Rivaye'de
Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in görüşleri
toplanır. Devrin özelliği olarak Ebû Hanife fıkıh
meselelerini talebelerine imlâ ettirmiş olmalıdır. Bu
altı kitap metinlerinde kendisine isnad edelin meselelerin ona âit
olduğunda şüphe yoktur. Hattâ meselelerin ifadesinde vecîz
metinlere bile Ebû Hanife'nin sözü ve uslûbu olarak bakılabilir.
Zâhiru'r-Rivâye kitapları Hâkim eş-Şehîd
Ebû Fazl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafından kısaltılarak
bir araya getirilmiş ve eser el-Kâfr adını almıştır.
Kendi devrinde bu eser Hanefi mezhebinin görüşlerini,
meselelerini öğrenmek isteyene yeterli görülmüştür. el-Kâfı,
bir buçuk asır kadar sonra Şemsü'l-Eimme es-Serahsî (ö.
490/1097) tarafından şerhedilmiş ve el-Mebsût isimli bu
eser otuz cilt hâlinde basılmıştır.
Ebû Hanife'nin kendisine isnad olunan ve günümüze
ulaşan kitapları dah çok akaid ve kelâm konularına âittir.
el-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle,
beş tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye,
Ma'rifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife (Bunların
rivâyet, nüsha ve şerhleri için bk., Brockelmann, Galş Fuad
Sezgin, Gas; Halim Sâbit Şibay, " Ebû Hanife ", İA,
IV, 26, 27).
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, mezhebin teşekkülünde
etkili olmuş büyük Hanefi müctehidleridir. Ebû Yûsuf, mal,
vergi ve devlet hukukuna dair Kitabü'l-Harâc adlı eserini yazmış,
hanefî meıhebinin devlet ricâli ve kitleler arasında yayılmasına
katkıda bulunmuştur. Abbâsî halifesi Hârun er-Reşîd
zamanında "kâdıu'l-kudât (baş kadı)"
olmuş, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanması yolunu açmıştır.
es-Serahsî'nin, el-Mebsût'undan sonra Hanefi fıkhını
açıklayan ve geliştiren te'lifler devam etmiştir. el-Kâsânî'nin
(ö. 587/1191) Bedâyiu's-Sanayi' fi Tertîbi'ş-Şerâyî' adlı
eseri son derece sistemli ve değerli bir eserdir. Daha sonraki önemli
te'lîf ve şerhlerden bazıları da şunlardı.
el-Merginânî'nin (ö. 593/1197) el-Hidvye adlı eseri. Bunun başlıca
şehrleri İbnü'l-Hümâm'ın (ö. 861/1457) Fethu'l-Kadîr,
es Siğnakı'nin (te'lif: 700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî'nin
(ö. 786/1384) el-İnâye ve el-Kurlânî'nin (ö. VIII/XIV. asır)
el-Kifâye adlı eserleridir. en-Nesefi'nin (ö. 710/1310) Kenzü'd-Dekâik'i
sonraki önemli te'liflerden olup, yine aynı müelif tarafından,
el-Nâfı adıyla şerhedilmiştir. Diğer önemli
şerhleri; ez-Zeylaî'nin (ö. 743/1342) Tebyînü'l-Hakâik'i ile
İbn Nüceym el-Mısrî'nin (ö. 970/1562) el-Bahru'r-Râik adlı
eserlerdir. Osmanlılar döneminde yazılan en önemli eserler
şunlardır: Molla Hürsev'in (ö. 885/1480) ed-Dürer'i ve buna
Vankulî (ö. 1000/1591) ile başkaları tarafından yazılan
şerhler, el-Halebî'nin (ö. 956/1549) el-Mülteka'l-Ebhur'u ile
bunun Şeyhzâde (ö.1078/1667) tarafından te'lif edilen
Mecmau'l-Enhur adlı şerhi. Timurtâşî'nin (ö.1004/1595)
Tenvîru'l-Ebsâr'ı ile el-Haskefî'nin (ö. 1088/1677) ed-Dürrü'l-Muhtâr'ına
yazılan şerh ve İbn Âbidîn (ö. 1252/ 1836) tarafından
yazılan Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr adlı büyük
şerh de önemli eserlerdendir. Yine Tanzimat devrinde Ahmed Cevdet
Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından
1869-1876 yılları arasında hazırlanan 1851 maddelik
Mecelle medenî hukuk alanında meydana getirilmiş önemli bir
çalışmadır. Mecelle, şahıs, aile ve miras münâsebetlerine
ve aynî haklara âit birçok önemli konuları fıkıh ve
fetvâ kitaplarına bırakmıştır. Mecelle'nin
şerhleri arasında; Ali Haydar Efendi'nin (ö.1355/1936) Düraru'l-Hukkâm
adlı Türkçe şerhi ile Mes'ud Efendi'nin (ö. 1310/1893) Arapça
Mir'ât-ı Mecelle'si zikredilebilir. 1875 M. tarihinde Mısır
adliye nâzın Muhammed Kadri paşa tarafından tedvîn
edilen el-Ahkâmü'ş-Şer'iyye ile 1917 tarihli Osmanlı
Hukuk Âile Kararnâmesi diğer kanun mecelleleridir.
Hanefi mezhebinin özelliklerine gelince bizzak Ebû
Hanife ictihad ederken takip ettiği usûlü şu şekilde açıklamıştır:
"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda
bulamazsam Rasûlullah'ın mûtemed alimlerce mâlûm, meşhur sünnetiyle
amel ederim. Onda da bulamazsam ashâb-ı kiramdah dilediğim
kimsenin re'yini alırım. Fakat iş, İbrahim en-Nehaî,
eş-Şa'bî, el-Hasenü'l-Basrî ve Atâ'ya gelince, ben de
onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78;
ez-Zehebî, Menâkıb, s. 20-21). Ebû Hanife fıkhı;
"kişinin leh ve aleyhte olanı, yani iyi ve kötüyü tanımak"
diye tanımlar ve meselelerin hükümlerini kitap, sünnet, icmâ ve
kıyas delillerinden birisine bağlar. Herhangi fıkhî bir
mesele önce Kur'ân âyetleri ile karşılaştırılır.
Âyetin İbâre, işâre, iktizâ veya delâletinde bir şey
varsa ona bağlı olarak çözülürdü. Kur'ân'da bir çözüm
bulunmazsa, sünnete başvurulur. Ancak Hanefilerin sünnetin Hz.
Peygamber'e dayanmasını tâyin hususunda özel metotları
vardır. Bu usûle göre, her an'ane bir sünnet olmayabilir. Mütevâtir
ve meşhur hadisler dışında kalan haber-i vâhid ve mürsel
hadisler özel incelemeye tâbi tutulur.
Ebû Hanife haber-i vâhidi (tek râvînin rivâyet
ettiği hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli
olması; rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde
bulunmaması şartıyla kabul eder. Meselâ Ebû Hüreyre'nin
(ö. 58/677) rivâyet ettiği; "Birinizin kabına köpek
batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi defa yıkasın"
(Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93) hadîsini Ebû
Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle
bir kabı üç kere yıkamakla yetinirdi. Bu durum hadîsi rivâyet
bakımından zayıflatmakta, hattâ, Ebû Hüreyre'ye isnadını
bile şüpheli bir duruma sokmaktadır. Ebû Hanife'nin âhâd
haberleri kabulde esas aldığı prensipleri şöylece
özetlemek mümkündür:
a) Ahâd haber, İslâm hukukunun kaynakları
tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara göre değerlendirilir.
Eğer âhâd haber bu esaslarla çatışırsa, iki
delilden daha kuvvetli olanı alınır; çatışan
tek râvili haber terkedilerek sözkonusu esasa dayanılır ve böyle
bir haber "şâz" sayılır.
b) Âhâd haber Kur'ân'ın genel ifadesine (âmm'e)
veya Kur'ân'da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykırı düşerse,
haber terkedilerek Kitap'la amel edilir. Burada da iki delilden daha
kuvvetli olanı tercih vardır. Çünkü Kur'ân'ın sübûtu
kat'îdir. Ebû Hanîfe'ye göre, delâlet bakımından Kur'ân'ın
zâhirleri ve genel ifadeleri kesindir. Haber, Kur'ân'ın âmm ve zâhirine
aykırı olmaksızın, onun mücmel'ini beyan ederse, bu
haber kabul edilir. Bu, âhâd haberler Kur'ân'da olmayan bir hükmü
ona ilâve anlâmına gelmez.
c) Âhâd haberin meşhur sünnetle çatışması
hâlinde, kuvvetli olan meşhur sünnet esas alınır.
d) Âhâd haber, kendisi gibi tek râvili bir haberle
çelişirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih edilir.
d) İki haberden birisinde, senet veya metin bakımından
fazlalık varsa, ihtiyat yönü düşünülerek bıi fazlalık
kabul edilmez.
e) Âhâd haberle, kaçınılması imkansız
olan "umumî belvâ", yanı sık sık vukû bulduğu
için herkesin yapmak zorunda kaldığı hususlarda amel
edilmez. Bu gibi durumlarda haberin mütevâtir veya meşhûr olması
gerekir.
f) Yine Ebû Hanife âhâd haberlerin, seleften hiç
kimse tarafından tenkid ve ta'n'a uğramaması; râvînin
onu işittiği andan rivâyet ettiği ana kadar ezberinde
tutması, haberi kimden aldığını hatırlamaması
halinde, yazısına güvenmemesi; şüpheli hallerde
uygulanmayan had cezalarında değişik rivâyetler
bulunursa, ihtiyat yönünün tercih edilmesi; başka haberlerle
desteklenene âhâd haberlerin alınması gibi prensipler geliştirmiştir
(M. Zahid el-Kevserî, a.g.e., I, 27, 28) Aynı Müellif; Te'nîbü'l-Hatîb,1361
Kahire, s. 152-154).
Mürsel hadisler için de bazı şartlar öngörülmüştür.
Senedi Hz. Peygamber'e ulaşmayan ve senedinde kopukluk bulunan hadîse
mürsel veya munkatı' hadis denir. Şâfiîler mürsel için
birtakım kabul şartları öne sürerken; Ebû Hanîfe ve
İmam Mâlik mürsel hadisi kayıtsız-şartsız
kabul eder. Yalnız hadîsi rivâyet eden râvinin sika olmasını
yeterli görürler. Diğer yandan mürsel hadis, kendisinden daha
kuvvetli olan bir delille çatışmamalıdır. İslâm'ın
ilk devirlerinde mürsel hadislerle amel edilmiştir. Hattâ İbn
Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), "mürsel haberi mutlak olarak
reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan
bir bid'attır" demiştir. Buhârî ve Müslim gibi mûteber
hadisçiler eserlerinde mürsel hadislere yer vermişler, bunları
delil olarak zikretmişlerdir (Buharî, Ezân, 95; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh,
s. 111).
Ebû Hanife'nın az hadis bildiğini, hadise
gereken önemi vermediğini veya hadislere muhâlefet ettiğini,
ya da zayıf hadisleri aldığını öne sürenler,
mezhep imamlarının hadisleri kabul için ileri sürdükleri
şartları tetkik etmeyen kimselerdir. Fitne ve yalanın
yaygın olduğu bir devirde, Hz. Peygamber şöyle buyurdu,
diyerek hadis nakleden herkesin rivâyet ettiği hadîsi kabul
edenler, Hanefîlerin hadislere muhâlefet ettiğini sanırlar.
Halbuki onlar, kitap, sünnet ve sahâbilerin hükümleri gibi nass'ların
kaynaklarını araştırmada son derece titizlik göstermişler;
nass'a dayanan ve kabule lâyık görülen, birbirine benzer
meseleleri çıkardıkları temel prensibe dayandırarak
bir kaide altında toplamışlardır. Tarafsız âlimlerin
incelemesini göre, Ebû Hanife'nin ictihad şûrâsında
kendisine yardımcı olan hadis hâfızlarının
bulunduğu ve ictihadlarında bizzat üstadlarından öğrendiği
dört bin kadar hadis kullandığı açığa çıkmıştır.
Onun bazı hadisleri reddetmesi, hadisin sıhhati için ileri sürdüğü
şartlara bu hadislerin uymaması yüzündendir. Ebû Hanife
sahih hadîsi reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf hadisleri bile kıyasa
tercih etmiştir (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usüli'l-Ahkâm,
Nşr. A.M. Şakir Mısır (t.y.), s. 929; el-Kevserî,
Te'nîb, s. 152; Mekkî, Menâkıb, II, 96).
Ebû Hanife ictihadlarında kıyas ve
istihsana çok yer vermiştir. Kıyas; hakkında Kur'ân ve
sünnette hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki
ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin
hükmüne bağlamak demektir. Aslında daha önce sahâbe
devrinden müctehid imamlar devrine kadar kıyasa başvurulmuştu.
Ebû Hanife'nin yaptığı, kıyası kaideleştirmek,
çok kullanmak ve henüz meydana gelmemiş hâdiselere de
uygulamaktan ibarettir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn,
l, 77, 227).
Kıyas uygun düşmeyen yerde Ebû Hanife
istihsan yapardı. Ebû'l-Hasen el-Kerhî (ö. 340/951) İstihsânı
şöyle tarif eder: "Müctehidin daha kuvvetli gördüğü
bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerin hükmünden başka
bir hükme başvurmasıdır" (Ebû Zehra, a.g.e., s.
262). İmam Mâlik; "İstihsan ilmin onda dokuzudur"
derken; İmam Şafiî, istihsanı şer'i bir delil
saymamı ve onu " Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi,
hoş ve güzel bulmasıdır"sözleriyle reddetmiştir.
Hattâ o, el-Ümm adlı eserinde, "Kitâbü İbtâli'l-İstihsân"
başlıklı bir bölüm ayırarak, istihsâna hücum
etmiştir (bk. el-Ümm, VII,267-277). İbn Hazm'a göre istihsan;
"Nefsin arzuladığı ve beğendiği şekilde
hükmetmektir" (İbn Hazm el-İhkâm, s. 22; İbn Hazm
İbtâlü'l-Kıyâs, s. 5-6)
Ancak hiçbir İslâm hukukçusu, bu arada
Hanefiler istihsânı bu şekilde anlamamışlardır.
Aksi görüşte olanlar yanlış anladıkları için
tenkitte bulunmuşlardır. Kıyası kabul edenler arasında
Hanefilerin kastettiği anlamda istihsan yapmayan yoktur. Şafiilerin
istihsânın aleyhinde öne sürdükleri deliller, doğru
bulunursa, bu onların benimsediği kıyası da geçersiz
kılar (M. Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s. 270 vd.)
el-Kevserî'nin, Ebû Bekir er-Râzi'den (ö.
370/980) nakline göre, istihsan iki alanda cereyan eder. a) İctihad
ve re'yimize bırakılmış miktarların miktar ve
tespitinde re'yimizi kullanmak. Mehir, nafaka, tazminat bedeli, yasak
ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu
gibi. b) Daha kuvvetli bir delilden dolayı kıyası
terketmek. es-Serahsî (ö. 490/ 1097) bunu şöyle açıklar:
"Gerçekte istihsan iki kıyastan ibaret olup, birisi açık
(celî) ve etkisi zayıftır. Buna "kıyas" adı
verilir. Ötekisi kapalı (hafî) ve etkisi kuvvetlidir. Buna da
"İstihsân" adı verilir, yani "kıyas-ı
müstahsen" denilir. Bunlarda tercih, tesire göre olup, açıklık
ve kapalılık sebebiyle değildir" (es-Serahsî,
el-Mebsût, X, 145; el-Kevserî a.g.e., I, 24-27).
Yukarıdaki kıyasa şu örneği
verebiliriz: Kurt vb. yırtıcı hayvanların etleri
haram olduğu gibi, içtikleri suyun artığı da haramdır.
Aynı şekilde yırtıcı kuşların da hem
etleri, hem de artıkları haramdır. Bu zâhir (açık)
kıyasın bir sonucudur. İstihsana göre ise, hafi (gizli)
kıyas yoluna gidilerek, başka bir sonuca ulaşılır.
Şöyle ki; yırtıcı hayvanların artıkları
salyaları karıştığı için pistir, çünkü
salyaları onların pis olan etlerinden meydana gelmektedir. Yırtıcı
kuşlar ise, suyu gagalarıyla içtikleri için artıkları
salyalarıyla temas etmez. Gagaları de kemik olduğu için
artıkta herhangi bir eser bırakmaz. Buna göre, istihsânen yırtıcı
kuşların artığı olan su pislenmez, ancak
ihtiyat bakımından böyle bir suya mekruh denilir.
Bazan şer'i bir delille çatışan kıyas
terkedilerek istihsan yoluna gidilir. Kıyasa göre, unutarak yiyip
içen kimsenin orucu bozulur, fakat bu kimsenin orucunu bozulmayacağına
dair Hz. Peygamber'den rivâyet edilen bir hadis (Buharî, Savm, 26; Müslim,
Sıyam,171) sebebiyle kıyas terkedilmiştir. Yine namazda
kahkaha ile gülenin, kıyasa göre yalnız namazının
bozulması gerekirken, hadisle abdestinin de bozulacağı
bildirilmiştir. (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 47). İstisnâ' (sanatkâra
bir iş ısmarlama) akdinde, akde konu olan şey, akid sırasında
mevcut olmadığı için kıyasa göre akdin bâtıl
olması gerekirken, her devirde bu türlü akitle muâmele yapılageldiğinden,
onun sıhhati üzerinde icmâ' veya örf teşekkül etmiş
ve bu yüzden kıyas terkedilmiştir. Bazan zarûret yüzünden
kıyas terkedilerek istihsan yapılır. Meselâ; kadının
bütün vücudu mahremdir. Fakat, hastalık hâlinde doktorun onun
bazı uzuvlarına bakması câiz olur. Burada, "zarûretler
haram olan şeyleri mübah kılar" kaidesi uygulanır.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi,
Hanefilerin uyguladığı istihsan ya nass'a, ya kıyasa,
ya icmâ'a yahut da zarûrete dayanmaktadır. Bu temele dayanan
istihsânı, başka kavramlar altında da olsa Şâfiîlerin
de kabul etmesi gerekir. Şâfiî'nin itirazları belki, sadece
örf sebebiyle istihsan çeşidini içine alabilir. Çünkü örfün
hüküm istinbâtı için bir temel teşkil edip etmemesi bu iki
mezhep arasında ihtilâflıdır (bk. eş-Şâfiî,
el-Ümm, VII, 267 vd.; el-Kevserî, a.g.e., I, 23-27; es-Serahsî,
el-Mebsût, X, 145; es-Serahsî, el-Usûl, II, 201; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh,
s. 263-273).
Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler
devrinde ülkenin başlıca fıkıh mezhebi olmuştur.
Mezhep özellikle doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâunnehir'de
en büyük gelişmesini göstermiştir. Birçok ünlü Hanefî
hukukçu bu ülkelere mensuptur. Mağrib'te Hanefîler V. yüzyıla
kadar Mâlikîlerle beraber bulunuyorlardı. Sicilya'da ise hâkim
durumda idiler. Abbasîlerden sonra Hanefi mezhebinde bir gerileme görülmüşse
de, Osmanlı devletinin kurulmasıyla yeniden gelişme olmuş;
Osmanlı sınırları içinde, halkı başka bir
mezhebe bağlı olan yerlere bile, İstanbul'dan Hanefi
mezhebine sâlik hâkimlerin gönderilmesi, mezhebe buralarda resmîlik
kazandırmıştır (Mısır ve Tunus'ta olduğu
gibi). Günümüzde Afganistan, Pakistan, Türkistan, Buhara, Semerkand
gibi Orta Asya ülkelerinde hanefîlik hakimdir. Bugün Türkiye ve
Balkan Türkleri", Arnavutluk, Bosna-Hersek, Yunanistan,
Bulgaristan ve Romanya müslümanları genel olarak Halefîdirler.
Hicaz, Suriye Yemen'in, Aden bölgesindeki müslümanların bir kısmı
da Hanefidir (Ebû Zehra, Ebû Hanife, terc. O, Keskioğlu, İst.
1966, s. 473 vd.).
Hamdi DÖNDÜREN
------------- <font color=RED>“Bilginin elde edilmesi... bizi iyiye ulaştıracaktır.”[/COLOR]
|
Replies:
Posted By: kral
Date Posted: 20-02-2021 at 20:46
İmam-ı Âzam, Ebû Hanîfe
İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife
künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve
fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı.
Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu. Numân ve
ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde
değişik görüşler vardır. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeoğulları
kabilesinin âzatlısı olup, Hz. Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek;
orada yerleşti. Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş
ticaretiyle uğraştı. İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b.
Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti. Kırâatı, yedi kurrâdan biri
olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî,
Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam
Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça,
edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün
Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların
bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin
yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu
itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir. Ebû
Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün
birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana, 'Nereye
devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarşı pazara' dedim. O, 'Maksadım o
değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin'
diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme.
Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi. Onun bu
sözü benim içimde iyi bir etki yaptı. Ticareti bıraktım, ilim yolunu
tuttum. Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu."
Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm
noktası olmuştur. Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b.
Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim
meclislerine devam etmek olacaktır. O zaman Numan henüz yirmiiki
yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioğlu.
İstanbul 1970. 43).
Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda itikâdı fırkalar
çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının
Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b.
Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm
ilmine yöneldi. Tartışmak (cedel) için sık sık Basra'ya gitti, ancak
kelâm ve cedel'in din dışı olduğunu görerek fıkh'a yöneldi. "Arkadaşını
tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib el-Bağdâdî,
Târihu Bağdâd, XIII, 333). Kendisi bunu şöyle anlatır: "Sahâbi ve tâbiin,
bize gelen konuları bizden iyi anladılar. Aralarında sert münâkaşa ve
mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler;
fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayınca ben de
münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm. Kelâmcıların
selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba,
nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler
olduklarını gördüm" (İbnü'l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).
Numân, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde
ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah İbn Ömer ile tanışarak
onlardan hadis dinlediği, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III,
133). Kendisi, tâbiînden sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir.
Onun, gençliğinde çağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilâfları
çok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I,
52-53). Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra
geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yıl Irak'ın
büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'ın derslerine devam etti.
Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak
istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib
edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun
ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sırada varolan şu dört
fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz. Ömer fıkhı, Abdullah b. Mes'ud fıkhı,
Abdullah b. Abbâs fıkhı. Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya
koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine
dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, Çev:
Abdulkadir Şener, II, 132).
Hocası Hammâd b. Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehaî ve
Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz.
Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'ın
fıkhından faydalandı. Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde İbrahim
en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı,
İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî,
Huccetullah'il Bâliğa, 1, 146). Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada
tartışılmaz bir ilim elde etmiştir. Onun tâcir olarak halkın günlük
hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok
âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep
olmuştur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle
görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir. Atâ b.
Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, İkrime,
Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır (Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife
ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Mısır). Kendisi şöyle
der: "Hz. Ömer'in fıkhını, Hz. Ali'nin fıkhını, Abdullah b. Mes'ud'un ve
Abdullah İbn Abbâs'ın fıkhını onların ashâbından aldım" (M. Ebû Zehra,
Ebû Hanife, 44).
Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle
bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî
kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir
ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini
söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardımda
bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî,
a.g.e, 39). Birçokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi;
çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine
uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi.
Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O,
fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz
dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze
çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, "Benimle
eğleniyor musun?" demişti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam
getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir
etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan
beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir
bir darb-ı mesel haline gelmiştir.
Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok,
konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden
uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz
cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fıkhı sistematik hale getirip bütün
dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve
sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû
Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid
mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II,
218). Müctehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed
b. Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b. Amr (190), Hasan
b. Ziyâd (204), Kasım b. Maan (175), Ali b. Mushir (168), Hibban b. Ali
(171)'dir. Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile
ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana
gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi
derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri
tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam,
delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı
delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en
yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri
haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi,
bir hür düşünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını
kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi,
ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması,
fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine
verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının
tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar
vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş. İnsanlığında kusur etme,
kimseyi küçük görme. Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü
tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de
bulunduğunu zikret. Halka yumuşak davran, bıkkınlık gösterme, onlardan
biriymişsin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur"
demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş
getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her
işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini ifade
ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde
olmamıştır. Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine
katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin
hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun
siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük
muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i
gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre
sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı
çıktı. Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal
iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına
çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık
görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş
ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir,
el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). İmam, takvâsı, firâseti, ilmî dürüstlüğü
ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini
kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı.
Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b.
Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti. Hz. Ali'nin torunları, kendisi
gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife
şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Hişâm b. Abdülmelik'e isyanı-
Rasûlullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i
beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karşı
tavrı dikkat çekici bir tavırdır. 145 yılında Hz. Ali (r.a.)'in
torunlarından Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in
Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife
Irak'ta, İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin etmişler, bu yüzden
ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife
alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün
kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü.
Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170). Bağdat'ta,
Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır
bulundu.
Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf sürdürdü.
Vefâtından sonra fetvâları yazılıp, doktrini sistemleştirildi. Hanefilik
kanun ve asıllarıyla İslâm dünyasının dört bucağına yayılmıştır. Mezhebi
sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir. el-Asl,
el-Câmi'ü's Sağır, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i
yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek
"Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları
sayılmıştır (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l
Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel
kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh, I, 8; İbnü'n-Nedîm,
Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrıca el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l
Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye,
Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan
rivâyet edilmiştir. Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nüshaları
bulunamayan başka eserlerden de söz edilmiştir.
Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve
birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı
üslûbundan uzak kalmıştır. İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle
demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur. Kimseyi reyimize
zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz
buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa
buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 21). Kendisine tâbi
olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden
söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip
bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O,
bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı kuşatmasının mümkün olmadığını
biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında
böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu,
sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel
edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz
etmişlerdir.
Mezhepleri günümüze kâdar varlığını sürdüren Ehl-i
Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi
mezhebi olmuştur. Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen bütün İslâm
dünyasında yayıldı. Abbâsiler döneminde kadıların çoğu Hanefi idi.
Selçukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi. Osmanlı
döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).
Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü fetvâ vermek, ders
halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet
etmekle geçiren, İslâm âleminin yetiştirdiği büyük müctehidlerden
biridir. Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ. Hakkı,
a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır.
İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah
(s.a.s.)'den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih
ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hüküm
ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız."
"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda
bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle
amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini
alırım... Fakat iş İbrâhim, Şâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince
ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî,
Menâkıb, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A. Emin, Duha'l
İslâm, II, 185 vd).
İmam Muhammed de "İlim dört türdür: Allah'ın
kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in sağlam bir
senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler,
Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler
ve nihâyet İslâm fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu kabul
edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi', II, 26)
demiştir.
Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler
yapılagelmiştir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd,
Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M.
Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı
onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde
özetlenebilir.
Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur
muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda bu konuda
kendisine yardımcı olan hadis hâfızları vardır (M. Zâhidü'l Kevserî,
a.g.e., 152). İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar
hadis kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96). Bazı hadisleri Hz.
Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin
sıhhatini tesbit için ileri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir
(İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih
hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek
tatbik eylemiştir. (İbn Hazm. el-İhkâm. 929).
Diğer taraftan, Kıyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit
yöneltenler haksızlık etmiştir. Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik
edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu
kullanmışlardır. Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık kullanmış,
3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de tatbik etmiştir. (ibn Abdilber,
a.g.e., II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M.
Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, 187).
Yine, "İstihsan" metodu başta Şâfii olmak üzere
birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler
tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir. Halbuki mesele
mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul
edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı olduğu görülecektir.
İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir kimsenin keyfine
göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır." Bir kölenin bedelini bile
tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu işi yapar.
Eğer benzerine aldırmadan bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş
yapmış olur. Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok daha önemlidir. Bir
kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur
(er-Risâle, 507-508). İstihsan ile hükmeden, Allah'ın emir ve
nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi
davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272).
İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği
şekilde hükmetmektir (el-İhkâm, 42). "Bu bâtıldır, çünkü delili yoktur,
arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana
değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6) demiştir.
Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve
kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan
bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin
istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun
benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir
istihsana uymadığı sâbittir. Kaldı ki onun istihsana göre verdiği
hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri
yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda
İctihad, s.137).
İstihsanın iki anlamı vardır:
1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin
ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava
karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi.
2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete
terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller
veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre istihsanın ikinci türü: Nass,
icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası
terketmekten ibaret oluyor.
Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad
metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çıkmış
oluyor. İmam Şâfii, istihsan lâfzını birinci mânâda kullanmıştır
(el-Mekkî, Menâkıb, I, 95). İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur"
demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242;
el-Mekkî, Menâkıb, I, 95 vd.).
İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı örnekler:
1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor:
-Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin
ellerinizi kaldırmıyorsunuz?
-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptığına dâir
sahih bir rivâyet gelmemiştir.
-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o
babasından, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza başlarken, rükûa varırken ve
doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi.
-Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve
el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız
namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını"
haber verdi.
-Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz.
Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim haber
verdi diyorsun?
-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim de
Sâlim'den daha fakihtir. İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir,
ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir. el-Esved'in birçok meziyetleri
vardır. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır!
Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih etmiştir
(Karaman, a.g.e., 138-139).
Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat
üstadları olduğu için râvilerini daha yakından tanıdığı bir hadisi
diğerlerine tercih etmiştir.
2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak üzere satması
için bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi için bir ev teslim
etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre
fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında bir adam
kiralanmış oluyor. İmam-ı Âzam'a göre bu bir ortaklık akdi değil isticâr
(kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû Yusuf,
İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII,
35 vd.).
Aynı akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, İbn Ebî
Leylâ tarafından câiz görülmüştür.
Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn aleyhleri
farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır.
3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı, üçte
yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını
teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu
akidler bâtıldır. Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul bir ücret
karşılığında kiralamıştır. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam şöyle
derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış
olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine
dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz görmüşlerdir
(Ebû Yusuf, a.g.e., 41-42).
4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki
gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması, Ebû
Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir".
Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki ayrı din sâliki iki ayrı millet
olduklarını kabul ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz
görmemiştir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).
İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki öncülüğü
İslâm ilimlerinde fıkhın konularının düzenli olarak
belirlenmesiyle bunların kitap, bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm
hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır. İmam Muhammed eş-Şeybânî'nin
telifiyle ortaya çıkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle
dinî-dünyevî hayatı ince ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi
hükme bağlamıştır. Bunlar yazılı küllî fıkıh kâideleri olarak İslâm
kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları olmuş, yüzyıllarca şerhleri
yapılmıştır. Çağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile
suçlamaları bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar adı
altında kabulünü engellememiştir. Ebû Hanife'nin bir diğer özelliği,
kendisinden öncekilerin nakillerinin yarısını bütün meseleleri yeni
baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından çıkarmasıdır. İslâm'ın
esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabın görüşünü birçok
müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüşünü almak yerine kendi reyini
koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet 132 yılında
Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes
(179) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüştü; hacca
gelen çeşitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi
yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu
da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahşerî,
el-Keşşâf, 11, 232). Çağdaşı İmam Câfer el-Sâdık ile mütâbakatı vardır.
İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu ikiyıl olmasa Numân helâk
olurdu" demiştir. Hicrî 150 yılında vefât ettiğinde yakınlarına,
"Halifenin gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir.
İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence edilirken,
zehirlenerek öldürülmüştür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün
hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder,
böylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir. İbn el-Bezzâzı de
Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü, ancak devletin onu halkla
temastan engellediğini ve evinde gözetim altında tutulduğunu zikreder
(el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam, II, 15). Ebû Hanife'nin cenaze
namazında ellibin kişi bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza
katıldığı söylenmiştir.
Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Mâlik,
Evzâî, Abdullah b. Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b. Atâ vs.
büyük imamlar bulunan İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında
geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin
yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû
Hanife, "Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana lâyık
olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatında
sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı
besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının
mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu,
idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? " diye sormuş. İmam
Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu;
namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi. Ebû
Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan
iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan
sonra sadece abdest alınmasını söylerdim. Kıyasla dedenizin dinini
değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı
Mezhepler Târihi, II, 66-67).
Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî
fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış,
ticârî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır.
Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri
savunmasıdır. Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hiç kimsenin
müdâhale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır.
Âkile ve bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin
kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsı
velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını söylemiştir. Kezâ, bunak,
sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çoğu görüşlerinde ve bu
hürriyet bahsinde o görüşünü yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû
Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadır. Ona göre velâyet, hürriyeti
kısıtlar ve zedeler. Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın
da olması gerekir. Maslahat dışında bu mutlâka şarttır. Yine Ebû Hanîfe,
mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf
hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete
müdâhalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır.
İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o
zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur. Çünkü bu gibi
meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî
duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar. İnsanın dinî
duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir şey telâfi edemez, kalp
katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık yaygınlaşır,
tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya
çıkar. İşte kısaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbalığına karşı kişisel
özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk
defa böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur.
Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü, Dârü'l-Harb'e
izinli giren bir müslümanın fâiz almasını câiz görmesidir. Çünkü ona
göre orada İslâmî hükümler tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman
rızasıyla onların mallarını alması câizdir. Evzâî bu konuda karşı
çıkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin
mal ve canlarının müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir. Ebû
Yusuf ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne
katılmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mübah
kılması ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek
vardır. Bu bakımdan o bir çok meselede kolaylık getirmiştir. Onun
Dârü'l-İslâm'ın Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da
Cumhurun görüşünden farklıdır. O, düşman istilası ile birlikte ayrıca
Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik
olması, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış
olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını söylemektedir. Cumhur ve
Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmının
uygulanmasını yeterli görmüşlerdir (Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).
Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde
hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mâlikin kendisinin
yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf
olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır. Yani vâkıf, âriyetin câiz
olduğu kadar câizdir. Rakabesi vâkfın mülkü hükmünde kalmakla beraber
geliri ve hasılatı vâkıf cihetine sarfolunur. Vâkıf, sağlığında vâkıftan
dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, İbn
Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir. O şöyle
demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri
bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim: "Allah'ın
ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçılar mirastan mahrum
edilemezler, buyurmuştur. Yine Hz. Ömer demiştir ki: "Eğer bu vâkfımı
Hz. Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan dönerdim." Üçüncü delili, malı
vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kâidelerine karşı
gelmek şeklindeki aklı delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete
bağlıdır, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass
bulunmadıkça bâtıl olmaktadır. Birşey bir kimsenin mülküne girdikten
sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz.
------------- <font color=RED>“Bilginin elde edilmesi... bizi iyiye ulaştıracaktır.”[/COLOR]
|
|