Kur’ân-ı
Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan
vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâl ve mefhûmu olduğundan
dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu
sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir.
Hz.
Peygamber, vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi
(meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahip
bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi
kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz.
Peygamber’de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberâne ictihad kabiliyet
ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz. Peygamber,
başkalarının intikal edemediği birtakım ilâhî gerçekleri kavrayıp en uygun
ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu,
başkalarının yorumlarından üstün oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.
Hz.
Peygamber’deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine,
Kur’an-ı Kerîm değişik kelime ve tâbirlerle işaret buyurmaktadır: Zikir,
hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhîm, ta’lîm ve irâe gibi kelime ve
terimler bunlardandır. Hz. Peygamber’in ilâhî irâdenin beyânı niteliğindeki
açıklamaları, ilâhî anlatım ve denetim altındaki nebevî akıldan doğmaktadır,
denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu ilâhî-nebevî niteliğinden ileri
gelmektedir.
Yukarıda
işaret ettiğimiz gibi sünnet, Peygamber Efendimiz’den Kur’ân dışında sâdır
olmuş her türlü söz, fiil ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh
usûlü âlimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla “Sünnet, Allah Resûlü’nün
söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir.” Şer’î delillerin ikincisi olan
sünnetin tarifinde “peygamberlik” kaydı, vaz geçilmez unsurdur. Böylece sevgili
Peygamberimiz’in, peygamberliğinin başlangıcından vefatına kadar, Kur’an
dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini
almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş
olması ile özel kişilere veya kendi zâtına yönelik olması arasında hiç
bir fark yoktur. Yine onun fiilinin yaratılışla ilgili (cibillî) olup olmaması
da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta farklı hükümlere bağlansa
bile, “Peygamber’den sâdır olan söz ve fiiller” olarak “sünnet”
kavramı ve kapsamı içindedir. Kimine vâcip, kimine mendup, kimine mekruh
v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik, kimilerinin belli bazı
kişilere has olması ayrı bir konudur.
Yalnız burada
bir kere daha işaret edelim ki, Hz. Peygamber’in sözlerini “sünnet” kavramından
ayrı düşünmek isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta sünnet denilince
Hz. Peygamber’in sadece fiillerinin anlaşıldığını, sözlerinin o çerçevede
düşünülmediğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.
Bu kapsamdaki
sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani “sünnet”’in
dinde delil olmadığını söyleyen hiçbir kimse veya grup bulunmamaktadır.
Öte yandan,
Kitab’ın Sünnet’e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı
bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafız olarak Allah katından indirilmiş,
ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük sûresinin
benzerini getirmekten âciz kalmış ilâhî bir beyândır. Sünnet ise bu vasıflara
sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet,
elbette Kitap’tan sonra gelmektedir.
Kur’an’da
sünnetin hukûkî delil olduğunu gösteren âyetler bulunmaktadır. Bu sebeple
sünnete ait her hangi bir delilin, meselâ çelişki halinde olduğu sanılan
bir âyetin zâhirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini
gösteren âyetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.
Diğer taraftan
Peygamber’in mûcize göstermesi, rabbinden tebliğ ettiği şeylerin
güvenilir, doğru ve hatadan korunmuş olduğunu isbat eder. Demek oluyor ki Kitap
ve Sünnet’ten her biri yekdiğerini desteklemekte ve doğrulamaktadır. Dinde
delil oldukları da aynı derecede kesindir.
İmam Şâfiî’nin
ifadesiyle Kur’ân’ın okunan, sünnetin rivayet olunan vahiy olması, önce bu
kaynak birliği içindeki iki delil arasında herhangi bir çelişkinin
bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde bir
çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de âyet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle
hareket edilmesi lâzım gelir. Biri sünnet delilidir, ötekisi Kitap’tır deyip
hemen birincisinden vaz geçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli ilmî
araştırma yapılmak suretiyle cem-te’lif, nesh veya tercih gibi
çözüm yollarına baş vurulmalıdır.
Sünnet,
Kur’ân karşısında üç görev üstlenmiştir: Te’kid, tefsir, teşrî’.
Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi
delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur.
Meselâ,”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz
kılındı”,“Kâbe’ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar
üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın
şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” (Buhârî, Îmân,1, 2;
Müslim, Îmân 19-22) hadisi,
-uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından
beyân etmektedir. Yine “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin...”
[Bakara
sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiç
bir müslümanın malı, kendi gönül rızâsı bulunmadan helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, Menâsik 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı
ifade etmektedirler.
Burada
akla, sünnetin Kur’an’a verdiği destek ve teyid, Kur’an için bir kıymet ifade
eder mi? şeklinde bir soru takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur’an arasındaki
kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele alınmalıdır. Kur’an
için değilse bile, Kur’an’ın muhâtapları açısından sünnetin teyid ve te’kidi
elbette büyük bir anlam ifade eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalardaki
birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul edilmelidir.
Tefsir
veya beyân: Sünnet,
Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna
genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay
olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli
kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis)
denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine
açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt
edilinceye kadar” [Bakara
sûresi ( 2),187] âyetindeki
beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı
olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm
bulaştırmayanlar..” [En‘am
sûresi (6), 82] âyetindeki
zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini
ortaya koymaktadır.
Sünnetin en
yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Bu sebeple “Sünnet
Kitab’ın açıklayıcısıdır” denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de
açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit
edilmiştir.
Sünnetin bu iki
fonksiyonu (te’kid ve tefsir) hakkında İslâm bilginleri arasında
herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.
Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği
konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu âlimler tarafından
tartışılmıştır. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış
ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta
hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir”
dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı
bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması
emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de
mutlaka bir âyete dayanır. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları
Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.
Bir kısım
âlimler de, “Peygamberin sünnet olarak ortaya koyduğu her şey, onun kalbine
Allah Teâlâ tarafından konulan hikmetten ibârettir. Peygamber’in kalbine
konulan şey, onun sünneti olmaktadır” dediler.
Bu
görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece
Peygamber’in tek başına ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah’ın
yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi
edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında biribirlerinden
ayrılmaktadırlar. İhtilâf aslında işte bu değerlendirme ve ifadelendirme
noktasında yoğunlaşmaktadır.
Kitap’ta
olmayan bir hükmü sünnetin belirlemesi Kitab’a muhâlefet anlamına gelmez mi?
diye sorulabilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür:
Kitap üzerine
yapılan ziyâde şu üç halde bulunabilir:
1. O konu
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ortaya konulmamış
olur.
2. Var olan bir
hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) olabilir. (Tabiî sünnetin mütevâtir
olması halinde bu ihtimal düşünülebilir)
3. Hükmü bir
konuya tahsis edici (muhassıs) olabilir.
Bu demektir ki,
Kitap üzerine ziyâde -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih)
veya bir konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde de iyi
düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:
a. Kitab’ın
(yani âyetin) beyânı.
b. Kitab’ın bir
açıklama getirmediği konudaki hükmü tek başına (müstakillen) açıklaması.
Muhassıs, bir
taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dâhil olanların bir kısmıyla
sınırlarken, diğer yandan da o genel nassın kapsamından çıkarılanların
hükmünü tek başına beyân etmiş olur. Meselâ “Bunların dışında kalanlar size
helâl kılındı” [Nisâ
sûresi (4), 24] âyetinden
sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem “Kadının, halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi
haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” (Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33) buyurmuştur. Bu şu demektir: Âyetteki “bunların
dışında kalanlar” ifadesinden maksat, dışda kalanların hepsi değil,
bazılarıdır. Bu durumda âyet bu bazılarının helâlliğine delâlet etmiş, fakat
hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur. Resûlullah’ın beyânı
muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin o genel hükmün dışında olduklarını, hem
de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani muhassıs
hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek
başına (müstakillen) ortaya koyar. Bu sebeple Kitab’ı tahsis, takyid veya nesh
eden sünnete ait delillerin beyân ve müstakillik olmak üzere iki yönü
bulunduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
O halde
yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri kaynağı
olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun meşrûiyeti
sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul
edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı,
şüf’a, lukata, içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.
Burada
şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem,
herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm
ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun; ister müstakil
hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan
korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i
metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine hataya
düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygamber olarak
gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı
bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teâlâ’nın, peygamberine kitabında indirmediği
bir hükmü tebliğ etmesini emretmesine mâni herhangi bir hal de söz konusu
değildir. Zira “Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir” [Enbiyâ sûresi (21), 23].
Sünnetin bir
bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber’e uymayı, verdiği
hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında mü’minlere seçim hakkı tanınmadığını
belirleyen âyetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı
rolünü ortaya koymaktadır.
Ancak Hz.
Peygamber’in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık
derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber;
Risâlet (peygamberlik),
İftâ
(müftilik)
Kazâ
(hâkimlik)
İmâmet
(devlet başkanlığı)
vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur.
Risâlet yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu
sünnet, genelde âyetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir), belli bir şarta
bağlama (takyid), muayyen fertlere özel kılma (tahsis), helâl ve haramı
açıklama, akâid ve ahkâmı beyân etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilâhî
ahkâmın bir beyân ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam
edecek olan bir teşrî anlamındadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyân
tasarrufunda bir tebliğci ve nakilci durumundadır. Allah katından
kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyân etmektedir. Hz. Peygamber’in
bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.
İftâ, Allah Teâlâ’nın hükmünü delillerden
çıkararak dinî soruları cevaplandırmak, ahkâmı Allah adına haber vermek, tebliğ
ve izah etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu
yolla ortaya koydukları da ümmeti bağlayıcıdır.
Kazâ, iki veya daha fazla kişi arasında
cereyân eden anlaşmazlıklarda, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate
göre, haklıyı haksızı belirlemek (adâlet tevzii) maksadıyla verdiği
hükümlerdir. Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır (münşî’dir.)
Hz. Peygamber,
kendisine getirilen dâvalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle
buyurmuştur:
“Dâvanızı
bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu
konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak
re’yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli
anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim.
Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona
bir ateş parçası vermiş olurum”
(Ahmed İbni
Hanbel, Müsned, VI, 307, 320; Buhârî, Ahkâm 20).
Hz.
Peygamber’in kazâ tasarrufu olarak ortaya koyduğu sünnet, sadece dâvacı ve dâvalıyı
bağlar. Ancak hüküm verirken takip ettiği usûl, dikkate aldığı esaslar, kazâ ve
hukuk usûlünde bize örnek oluşturur.
İmâmet
(devlet başkanlığı)
tasarrufu, ilk üç vasfı ve tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir
selâhiyet ve tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan
peygamberliğin devlet başkanlığını gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı
peygamberlere hükümdarlık verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar
hem de peygamber olan Efendimiz’in bu iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar
birbirinden farklıdır.
Hz.
Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını
bağlamaz hem de zamanın devlet başkanı izin vermedikce, benzeri haklar
mü’minler tarafından re’sen elde edilemez. Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının
uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezâların infâzı, orduların teşkili ve
sevki, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıs veya kuruluşlarca
işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır. Başkan veya temsilcisi hüküm
ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icrâ ve infaz edilmesi câiz
değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan değiştirebilir.
Meselâ Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz. Ali sevketmiştir.
Hz.
Peygamber’in tasarrufları konusunda en önemli husus, onun tasarrufunun hangi
vasfının gereği ve sonucu olduğunu tesbit edebilmektir. Âlimler, bu noktadaki
farklı tesbitleri dolayısıyla bir çok konuda değişik sonuçlara varmışlardır.
Meselâ Hz. Peygamber “Bir yeri işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik
olur” (Buhârî,
Hars 15) buyurmuştur. Hz.
Peygamber’in bu hadîs-i şerîfi iftâ ve tebliğ sıfatıyla ortaya koyduğu
kabul edilirse, bir başkasının mülkiyetinde olmayan toprağı işleyip kullanılır
hâle getiren kişi, oraya sahip olabilecektir. Nitekim İmam Şâfiî, bu hadisi fetvâ
ve tebliğ tasarrufuna bağlamış, “Çünkü Resûlullah’ın asıl işi ve sıfatı
budur, aksine delil bulunmadıkca hadisleri buna göre yorumlamak gerekir”
demiştir. Böyle olunca da bu hakkı kullanmak hiç kimsenin iznine tâbi olmaz.
Herhangi bir kişi toprağı ıslah ederek kendiliğinden ona sahip olabilir.
Hz. Peygamber
bu hadisi, devlet başkanı sıfatıyla söylemişse, bu hüküm diğer başkanları
bağlamaz, onlar kendi çağ ve ülkelerinde kamu yararını gözeterek devlete ait
topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi
olması, sürekli olarak devletin iznine bağlı bulunur. Ebû Hanîfe bu görüştedir.
Çünkü toprak üzerinde onu birine bağışlamak (iktâ) vb. şekillerde
tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir.
İmam Mâlik, bu
konuda şehir ve mücâvir alan topraklarını birbirinden ayırmış, şehir
topraklarını devlet başkanlığı sıfatıyla ilgili görmüştür. Çünkü buralarda
oturan insanların huzur ve menfaatlarını korumak devlet başkanının sorumluluğu
altındadır (Konuya
ait geniş bilgi için bk. Karâfi, İhkâm, s. 86-l09; İbn Aşûr, Makâsıdu’ş-şerî’a,
s. 27-40).
Bu misalde de
görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu tasarrufların, onun hangi
vasfına ait olduğunu tesbit etmek fevkalâde önem arzetmektedir. Zira sünnetin
bağlayıcılık çerçevesini ortaya koyabilmek, bu noktanın doğru olarak tesbitiyle
alâkalı bulunmaktadır.
Sünnetin
bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı
vasfa göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vâcip, mendup, müstehab gibi)
farklılık göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz,
aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.
Sünnetin tüm
hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün boyutlarıyla kucaklayıcı bir yapıya
sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel bütünlüğü demektir.
“De ki, ey
insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim”
[A’râf
sûresi (7), 158] âyeti ve konuya
ait diğer âyetler, bir taraftan İslâm’ın cihanşümul bir din olduğunu ilân
ederken bir taraftan da Hz. Peygamber’in elçiliğinin ve dolayısıyla onun
sünnetinin, yaşama tarzının evrensel boyut ve karakterini ortaya koymaktadır.
İslâm
tebliğine muhâtap olan insanlar arasında çeşitli açılardan farklılıklar olacağı
pek tabiîdir. Bu farklılıklara rağmen her insan veya topluluk, yatıp kalkmak,
yiyip içmek, ağlayıp gülmek, alış veriş, hayır-hasenât yapmak, öğrenip
öğretmek, hastalanıp tedâvî olmak gibi hayatın bütün hallerinde kendilerine
örnek alacakları bir rehbere muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç, rûhî ve hissî alanlarda
ve ilişkilerde daha büyük boyutlardadır.
İşte
bütün toplum kesimlerinin bütün ihtiyaçlarını ferd, aile, millet, ümmet ve
insanlık seviyesinde ve evrensel çerçevede karşılamak, şekillendirmek,
örneklendirmek sünnetin sorumluluğu ve özelliğidir. Allah Teâlâ’nın Hz.
Peygamber’i “en güzel örnek”diye tanıtması, onun hayatında bütün bu
hayat şart ve şekillerine göre İslâm çerçevesinde örnek alınabilecek ahenkli
bir çeşitlilik, zenginlik, seyyâliyet ve uygulanabilirlik bulunduğunu
göstermektedir. Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kirâm,
“O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile
değil, “Onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır.
Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamışlardır. Hz. Peygamber’in
hayatını ciddiyet ve insaf ile tedkik eden herkes neticede, “tarih boyunca
başka hiçbir kimsede toplanmamış, hayatın her yönünü etkileyen, şekillendiren
üstün özelliklerin Resûl-i Ekrem’de bir arada görüldüğünü” itiraf etmek zorunda
kalmıştır.
Hz.
Peygamber’in temiz bir geçmişe sahip olduğu, hem Kur’ân-ı Kerîm’in
şehâdeti hem de Mekkelilerin kendisine “el-Emîn” lakabını vermelerinden
anlaşılmaktadır. Peygamberliğine karşı çıktıkları zaman o kendisini “daha
önce yıllarca aralarında yaşamış olduğu”nu hatırlatarak savunmuştur. Bu
demektir ki, Hz. Peygamber’in, peygamberlik öncesi hayatı bile örnek
alınabilecek temizliktedir.
Onun peygamberlik
günleri, hemen hemen her safhasıyla gözler önündedir.
Örnek
alınacak şahsın pratik bir hayat sahibi olması fevkalâde önem taşımaktadır. Bu
da örneğin, çok yönlü bir yaşayış deneyimine sahip olmasıyla mümkündür. Ümmet
için Hz. Peygamber’in yegâne örnek oluşu biraz da bu açıdan ele alınmalıdır.
Zira sünnet, Hz. Peygamber’in, Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek
maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir. Bir anlamda sünnet,
son ilâhî kitap Kur’an’ın, “son peygamber”, “âlemlere rahmet”,“üsve-i
hasene”, “büyük ahlâk sahibi”, “mü’minlere düşkün ve onların
sıkıntıya uğraması kendisine çok ağır gelen” bir Allah elçisi olarak
Resûlullah tarafından evrensel plânda ortaya konmuş nebevî yorumudur. Bu
sebeple de Kur’ân-ı Kerîm, beşerî, coğrafî, tarihî, sosyal, meslekî ve ekonomik
farklılıklarına rağmen bütün insanları Resûlullah’ın sîretine, hayat modeline
uymaya, onun izinden gitmeye, onun yoluna koyulmaya davet etmektedir. Çünkü
onun sünneti, muhtelif toplum kesimlerinin hepsine birden örnek olabilecek
zenginliktedir. Onun hayatı, canlı Kur’an niteliğiyle insan hayatına tam bir
uygulama örneği ve ışığıdır. Herkes onda örnek alabilecek bir yön bulabilir.
Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmemek, Hz.
Peygamber’i ve onun şekillendirdiği İslâm hayatını kavramakta ve tabiatıyla
Resûlullah’ı anlamakta çekilen güçlüklerin ve düşülen yanlışların gerçek
sebebidir. Konuya ait bütün olumsuz ve temelsiz düşünce ve beyânların
düzeltilebilmesi, sünneti evrensel boyut ve bütünlüğü içinde algılayabilmeye
bağlıdır.
Hz.
Peygamber’in sünnetinin evrensel boyutta uygulanabilir bir bütünlüğe ve
esnekliğe sahip olduğunu gösteren ashâb-ı kirâma ait bir kaç tesbiti şöylece
sıralayabiliriz:
Yapılabilecekleri
emrederdi: Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
ashabına emrettiği zaman, daima kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri
amelleri emrederdi” (bk.
Buhârî, İmân 13).
Ümmetini
düşünürdü: İbni Abbas radıyallahu
anhümâ, Hz. Peygamber’in, لَوْلَا
أَنْ أَشُقَّ
عَلَى
أُمَّتِي
لَأَمَرْتُهُمْ
أَنْ
يُصَلُّوهَا
هَكَذَا “Ümmetimi meşakkate
sokacağından endişe etmeseydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını
emrederdim” buyurduğunu (Buhârî, Mevâkît 24); Ebû Hüreyre radıyallahu anh de “Ümmetime
zor geleceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak
kullanmalarını emrederdim” buyurduğunu (Müslim, Tahâret 42) haber vermektedirler. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu
anh’ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber “Sizi bir şeyden menettiğim zaman
ondan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince
yerine getirin” (Buhârî,
İ’tisâm 2) buyurmuştur.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz gösterdiği yolda, dinî gayretle de olsa, aşırı davranılmasını
aslâ tasvip etmemiştir. “Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir şeyi
yapmaktan çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, içlerinde Allah’ı en iyi
tanıyan ve O’ndan en çok korkan benim” (Buhârî, İ’tisâm 5) buyurarak kendisinden daha ileri bir
müslüman olma imkânının bulunmadığını dile getirmiştir.
“Yapılabilecekleri
emretmiş” olmasına rağmen, onun emirlerini önemsemeyerek karşı çıkanları da
aslâ hoş karşılamamıştır. Seleme İbni Ekvâ anlatıyor: Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem sol eliyle yemek yiyen Büsr İbni Râi’l-ayr’i gördü ve
kendisine:
—Sağ
elinle ye!” buyurdu. Büsr:
—
Yapamıyorum, dedi. (Müslim’in rivayetinde onun, bu sözü kibirlenerek
söylediğine işaret edilmektedir). Hz. Peygamber:
—Yapamaz
ol!” buyurdu.
Râvî
Seleme İbni Ekvâ diyor ki, “Bundan sonra adamın sağ eli ağzına ulaşamaz oldu” (bk. 161, 614, 742
numaralı hadisler).
Hz.
Peygamber çevresine karşı duyarlıydı, cemaatini gözetirdi. Enes ibni Mâlik radıyallahu anh’ın
şu müşâhedeleri bunu göstermektedir:
“Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, hiç bir şeyi eksik bırakmaksızın,
insanların en hafif namaz kıldıranıydı.”
“Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem namazdayken, annesinin yanında mescide
gelmiş bir çocuğun ağlamasını işitir de kısa bir sûre okuyuverirdi” (Buhârî, Ezân 65; Müslim,
Salât 37, 187)
Kolaylaştırma
onun temel prensibiydi. Hz.
Peygamber bu prensibi “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz,
nefret ettirmeyiniz!” (Buhârî,
İlim 11) şeklinde tesbit ve
ilân etmiştir.
Bütün bu
nakillerden çok açık bir şekilde anlaşılacağı gibi sünnet, kolaylaştırma ve
sevdirme çizgisinde İslâm’ın uygulanışından ibarettir. Bu sebeple de her
insan ve toplum Hz. Peygamber’in hayatında ve sünnetinde kendilerine örnek
olacak birçok yön ve olay bulabilir. Çünkü bütün insanlığı bir şahsiyette
toplayıp misallendirmek Allah Teâlâ için asla zor değildir. Bu sebeple Hz.
Peygamberin sîreti, hayatın her safhasını kapsayan bir bütünlük içindedir. O
Allah’ın kendisine verdiği yetki ile, ülkelerinde krallara, devlet
başkanlarına; yollarda, yaylaklarda çobanlara; mekteplerde hocalara; sınıflarda
öğrencilere; obalarda fakirlere; köşklerde zenginlere; otağlarda, kışlalarda
ordulara, komutanlara; yuvalarda analara-babalara, yavrulara kısaca bütün
insanlara aynı çağrıyı yapmakta, kendisini izlemeye davet etmektedir. Çünkü
onun sîreti, bütün insanlık için en güzel örnektir. Çünkü onun sünneti, dünyayı
kucaklayıcı bir zenginlik, çeşitlilik, pratiklik, bütünlük ve âhenk
manzûmesidir.
Hz.
Peygamber’in harb-sulh, ibadet-ticaret, hak ve adâlet, suç-cezâ gibi ciddî ve
önemli konularla meşgul olması hemen herkes tarafından pek tabiî karşılandığı
halde, onun, günlük insan hareketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul
olmasını bazıları akıllarına sığdıramayabilirler. Nitekim Selmân-ı
Fârisî’ye bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:
------------- <font color=RED>“Bilginin elde edilmesi... bizi iyiye ulaştıracaktır.”[/COLOR]
|