12) UNUTKANLIK ÜZERİNE
Murat Kazancı
Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde, hepiniz onun önünde secdeye kapanın." Meleklerin hepsi birden ona secde etti. Ancak iblis müstesna. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu. Allah buyurdu ki: "Ey iblis! Kudretimle yarattığım şeye seni secde etmekten alıkoyan nedir? Kibir mi taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden misin?" İblis "Ben ondan daha hayırlıyım." dedi. "Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." Allah buyurdu ki: "Öyleyse çık Cennetten. Artık sen kovulmuş biri sin. Kıyamet gününe kadar lânetim senin üzerinedir."
İblis "Ey Rabbim, onların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi. Allah buyurdu ki: "Sen mühlet verilenlerdensin. Bu mühlet, İlâhi ilmimizde vakti belli olan bir güne kadardır." İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin olsun ben onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirdiğin kulların müstesna." Allah buyurdu ki: "Bu doğrudur ve Ben hakikati söylüyorum: muhakkak ki cehennemi sen ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım."
— Sa’d süresi 38:71-85.
VE İBLİS huzurdan ayrıldı. Artık şeytanın hikayesi başlamıştı...
Şeytan durdu ve bir süre düşündü. İşe nereden başlanabilirdi? Neler, nasıl yapılmalıydı? İnsanlara ‘haydi Cehenneme birlikte gidelim!’ demekle bu iş olmazdı. Cehennemi, Cennet gibi göstermek gerekirdi. İnsanoğluna düşman olduğu halde dost görünerek onları kandırmak şimdi elzem olmuştu. Soldan yaklaşamadığı birisine sağdan da yaklaşabilmeliydi. Strateji, ince ve hileli olmalıydı. Bu, pek de kolay görünmüyordu. Bir kibir uğruna üstlendiği vazifenin ağırlığı çöktü omuzlarına. Vazifesini zorlaştıran bir dizi faktörle karşı karşıya olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Her şeyden önce insan, İslam fıtratında yaratılıyordu. Ve içinde yaşadığı kainat ta buna şahitlik ediyordu. Semavi kitaplar ve peygamberler de buna apaçık deliller teşkil edeceklerdi. Ve azdıramayacağı ihlasa erdirilmiş insanların her birisi onun yolunda aşılması imkânsız birer dağ gibi duracaktı. Velhasıl işi çok zordu. Ve kendi kibirlenmesini hatırladı. Allahın bir emrine kasten karşı gelerek sonra tevbe etmemekte direnmenin cezası her halde ebedî cehennem olacaktı. Acaba bütün bunlara değer miydi? Dönüp özür dilemek, bütün bu lânetli işleri binlerce sene sürdürerek sonunda ebediyyen ateşte yanmaktan daha kolay olmasındı? ‘Ama hayır’ dedi, ‘bunu kesinlikle yapamam.’ Ben muhakkak ki üstün bir mahlûkum ve bunun anlaşılmadığını düşünüyorum. Hem bunun artık dönüşü olmadığını ve tövbemin de kabul edilmeyeceğini zannediyorum. Artık vakit geçirmeden işe koyulmalıyım!
Ve bunun üzerinden bin yıllar geçti, zaman gele gele asr-ı saadet oldu. Şeytan, bu geçen zaman süresince yeryüzünün diğer toplulukları gibi Arabistan toplumu üzerinde de, o ilk baştaki iddiasında oldukça etkili olmuştu. Son Kitabın ve Peygamberin (s.a.v.) gönderildiği ortamda cahiliyet ve gericilik diz boyu yaşana gelmekteydi. Bu insanlığın en bedevi kavmini kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye kadar götüren azgınlık şekillerinden birisi de açık saçıklıktı. Hatta öyle ki, Kabedeki putlar bile müşriklerce açık saçık biçimlerde ziyaret ediliyordu. İşte bu zamanda ve ortamda gönderilen Resul (s.a.v.) ve nazil olunan Kur’an, inananlara tesettürü emrediyor, nazarları helâl olmayana sarf etmeyi yasaklıyordu. Ve bu dairede hareket etmeye çabalayan mü’minlerin kuvve-i hafızalarındaki netlik hemen dikkati çekiyordu. Hz.Peygamberin (s.a.v.) kendisine Cebrail (a.s.) vasıtası ile vahyedilen ayetler, bunları ilk kez ve bir kez duyan insanların hafızalarına yanlışsız kaydediliyordu. Keza Resulullahın (s.a.v.) sözleri ve halleri de bu keskin nazarlarda eksiksiz iz düşümünü derhal buluyordu. Bu insanların kuvve-i hafızaları bir çocuk kadar saflaşmaktaydı. Onlar için bir şeyi bir kere görmek veya duymak, hiç unutmamacasına öğrenmek için yeterliydi. Ve böylesi berrak nazarlarda ve keskin hafızalarda kazınan bu sözlü kültür birikiyor, birikiyordu.
Yine günlerden bir gün hadis konusunda uzman on âlim toplanarak, hafızasında bir milyondan fazla hadisin senetleri ile var olduğu söylenen İmam-ı Buhari’yi denemek için, herbiri senetlerini karıştırarak kendisine on adet hadisin doğruluğunu sorarlar. Hepsini baştan sona dinleyen İmam, söz konusu yüz hadisi soru sırası ve doğru senetleri ile sıralar. Bu muazzam kültür birikimi ve öğrenileni unutmama hâli, mü’minlerin hakikat noktasında bildiklerinin bütünü ile düşünüp, bu bütünlük içinde yaşamalarına imkân tanıyordu. Çoğunluğunu eğitimsiz hatta ümmî insanların oluşturduğu bu toplumun birike gelen İslamî kültürü, onun fertlerinin günlük hayatlarında bir bilinç motifi olarak her zaman yansımaktaydı. Mü’minler, aciz ve fâni oldukları, bu dünyada bir imtihan yaşadıkları, Allah ve ahiretin var olduğu gerçeğini hiç unutmadan yaşıyorlar, toplumsal ilişkilerini de bu gerçeklikle düzenliyorlardı. Ve ehl-i İslam, kendilerini insanlığın zirvelerine çıkaran bu halin bereketli meyvelerinden çok ama çok memnunlardı.
Fakat bu durumdan hiç de memnun olmayan birisi vardı. İblis. O bu hali kıskanıyor ve içi içini kemiriyordu. İlk insanın yaratılışındaki isyanına uygun olarak, düşmanı olan insanın yaratıcısı ve ahiret ile bağını koparması, unutmadıklarını unutturması gerekiyordu. Yoksa bu iddiasını kanıtlamak ve kendisi ile aynı yolun yolcularını bulmak çok zor olacaktı. Pek te aptal olmayan şeytanın, tesettür ve harama sarf-ı nazar etmemek emrine ittiba ile, göz kamaştırıcı parlaklıktaki kuvve-i hafızalar arasındaki paralel ilişkiyi fark etmemesi imkansızdı. Bu çerçevede neler yapabilirim diye kara kara düşünmeye başladı...
Şeytanın mahiyeti ve düşünce sistematiği bütün detayları ile kendisine bildirilen Hz.Peygamber (s.a.v.) daha o zamandan, mucizevî bir tarzda, zaman içinde gitgide şiddetlenecek ve ahir zamanda doruğa tırmanacak olan bir umumi hastalığa karşı mü’minleri açıkça uyarıyordu; "Ahir zamanda hafızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor". Evet, bu şeytanî tasarının adı ‘unutkanlık hastalığı’ olacaktı ve iblis planlarını bu eksende hazırlıyordu.
‘Benimle beraber cehennemlik olacakları belirlemek için ehl-i İslam ve İmana Allahı ve ahireti unutturmak gerekir’ diye kurgulamaya devam etti iblis. "Bu ‘unutturma’ işini gerçekleştirebilmek için şu ‘unutmayan’ parlak kuvve-i hafızaları bozmaya çalışmalıyım. Bu da ancak harama nazar ile mümkün olabilir. Bunun için de tesettür emrine ilişmek şarttır." Şimdi şeytanın ehl-i İslam üzerindeki yeni planının ana hatları belli olmaya başlamıştı. Ve bunun devamında ikinci bir safha başlayacaktı. Bunları uygulama safhası.
Şeytanın fikrince, tesettür emrini kırmak için açık saçıklığı daha da teşvik etmek gerekirdi. Bunun için nefsinin heva ve heveslerine tabi olmuş kişilerden gönüllü yardım alınabilirdi... Derken o zamanın üzerinden bin dört yüz şu kadar sene geçerek vakit asrımıza geldiğinde artık medeni değerler, kültür, moda, medya, tiyatro, dans vs. ile açık saçıklık umumileşti ve sokağa düştü. Belki de medya ile evlere kadar girdi. Ve bu tuzağın farkında olmayan ehl-i İslamda harama nazar arttıkça nefsin hevesleri heyecana gelip, vücudunda su-i istimaller ile israfa girmesi ve haftada birkaç kez gusül abdesti alması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda, günümüzde tıbben de ispat edildiği gibi, kuvve-i hafızasına zaaf gelir, ve unutkanlık başlar.
Adamın birisi doktora gider.
Doktor ‘Şikayetiniz nedir?’ der.
Hasta ‘Unutkanlık hastalığı doktor bey.’
Doktor ‘Bunun belirtileri nasıl?’
Hasta ‘Neyin belirtileri?’
Doktor ‘Unutkanlık hastalığı dediniz ya!’
Hasta ‘Ne unutkanlığı?’
•••
Harikulade parlak kuvve-i hafızaların nereden nereye geldiğini anlatan bu misâl aynı zamanda ehl-i İslamın yıpranmışlığının boyutlarını da ortaya koymakta. Günümüzde herkesin az ya da çok şikayet ettiği bu hastalık, açık saçıklıkla paralel şiddetini de arttırarak devam etmekte. Zamanımız insanını, başladığı bir işi, hatta bir cümleyi bile tamamlayamayacak hale getirebilen bu unutkanlık illeti, ciddiye alınmazsa, çok kere ehl-i İslamda bu hayatın gerçeklerini unutarak yaşama temayülleri ortaya çıkartmakta. Allah ve Resulü ise, ehl-i imana ve ehl-i hakikate yakışmayan bu halden kaçınmamızı istemekte. Ve ilgili hadisten çıkardığı dersle İmam-ı Şafii’ (r.a.) bu hükmü açıkça belirtmiş; "Harama nazar, unutkanlık verir". Bu derdin dermanı ise, mümkün oldukça harama sarf-ı nazar etmemektir. Zafer Dergisi
13) GÖNÜL BOŞLUK KABUL ETMİYOR - ŞEYTAN PUSUDA
Cenab-ı Hak, insanı her bakımdan üstün yaratmıştır. Yarattıkları içinde en kıymetlisi, düşüneni ve başka her şeyin kendisi için yaratılmış olanı...
Bu dünya meydanına imtihan için gönderilmiş olan insan, Peygamberlere komşu olacak derecede yücelebilir. Aynı insan hayvanlardan daha aşağılara kadar düşebilir, hatta Şeytanlaşabilir...
Yücelmek için aklı, ruhu ve bunlara yol gösteren, ışık tutan vahyi dinlemek gerekiyor. Düşmek için ise, nefsi ve şeytan'ı izlemek yeterlidir. Ancak yücelip yükselmek ve meleklerden bile daha değerli hale gelmek zor iştir. Çalışma ister, emek ister, çile ister... Kendini, nefsini ve şeytan'ı aşmak, ruhun zevklerine, kalbin hazlarına, maneviyatın saadetlerine razı olmak gerekir. İnsan ancak böyle insan olur, hatta sultan olur...
Benliğini aşan, yoklukta varlığı, tevazuda izzeti bulan bir kuldur gerçek insan... Benlikten kurtulamayan, bencillikten zevk alan, daima nefsinin izzeti peşinde olan insan ise, sadece görünüşte, şekilde, biçimde insandır. Özde, gerçekte, iç dünyasında insanlıktan eser kalmamıştır.
Bediüzzaman Hazretleri'nin deyimiy-le böyleleri, dış içe, iç dışa çevrilseler, insan değil hayvan suretlerinde görüneceklerdi...Ama, "belhüm adal" sırrınca, "hayvandan daha aşağı", fıtrat dışı bir mahlük suretinde olacaklardı.
Hilkaten hayvan olanlar, binbir hikmetle bu dünyada bir görevi yapmak üzere yaratılmışlardır. Sahiplerini, maliklerini, yaratıcılarını unutmadan, yaratılış çizgisinden sapmadan fıtrat istikametinde yaşayıp gitmektedirler.
Ancak Allah'ın kulu olmak yerine nef-sinin köleliğini tercih edenler, isyankar-lardır. Yaratıcı'larına başkaldırmış olan bu varlıklar, bütün kainatla irtibatlarını koparmış, yalnız başlarına kalmış, ve en çok zararı da kendilerine vermiş olan zavallılardır.
Bunların işleri anarşidir, terördür, kandır, kindir. Başkaca bir işe yaramazlar. Zamanla zehirlemekten zevk alır hale gelirler ve Şeytan'ın ücretsiz askeri olurlar. Bunların yüzünden Şeytan günü-müzde bolca istirahat etmektedir. Çünkü bunlar, Şeytan',ın batırma, saptırma, fıtratına ters düşürme işinin taşaronlarıdır. Ya da, Şeytan'ın görünen temsilcileri ...
Oysa ki Şeytan, Rabbimiz'in bizi tekamül ettirmek için önümüze koyduğu bir engeldir. Ama gerekli donanıma sahip olduğumuz zaman kolayca atlayıp geçebileceğimiz bir antreman engeli...Ruhi yapımızı, manevi dokumuzu geliştireceğimiz güçlendireceğimiz bin mania... Askerin eğitim alanında önüne konulan engeller, çukurlar, ipten merdivenler, gibi.. Bunlar askeri beden olarak geliştirmek, savaşa hazırlamak ve daha sıhhatli olmalarını sağlamak için değil midir?
Seytan da iç dünyamızı geliştirmek, kötülüklere karşı mücadeleye hazırlamak ve ruhi sağlımızı korumak maksadiyle önümüze konulan, bir imtihan engelidir.
Nefis de içimize konmuş bir kötülük odağıdır. O da takılıp kalınacak bir tuzak değil, aşılıp gerilecek bir engeldir. Nasıl ki mikroplara karşı beden direncini artırmak için aşılar yapılıyor, yani bir miktar mikrop veriliyorsa vücuda, aynen onun gibi... Nefis de ruhumuzun kötülüğü tanıması ve ona karşı her daim mücadeleye hazır olması için benliğimize konulmuştur.
Nefse takılıp da onun esiri olan insan, vücuduna aşı olarak verilen mikroplara yenik düşen zayıf, zavallı ve aciz insan gibidir.
Böyle biri aşağıların aşağısına düşer. Ancak nefis engeline takılmayan, Şeytan'ın tuzaklarına düşmeyen bir insan ise, yücelerin yücesine erişir, varlığını ebedi bir saadet yurdunda ölümsüzleştirir. Bu Allah'ın apaçık bir vaadidir.
Böyleyken, insan niçin Şeytan'a. takılır kalır, nefsin engellemesine karşı koyamaz. Çünkü Şeytan'ın , işi tahriptir, bozmaktır, imhadır. Tahrip ise çok kolaydır. Nefsin çağırdığı kötülükler ise, dış yüzleriyle çok makyajlı, süslü ve cazibelidir. Dışları süs, içleri pis olan bir anlık lezzetlere çoğu zaman anlık gafletlerle, bazen de dalaletten gelen gönüllü itaatlerle düşer insanoğlu...
İnsan acelecidir. Hemen gelen gayrı meşru lezzetlere tamah eder. Sonra-dan gelecek olan günahın acılarını düşünmez. Ruhun lezzetlerine ulaşmak, bilgi ister, arınma ister, sabır ister: Halbuki bedenin gelip geçici olan hayvani lezzetlerini tatmak için hiçbir çabaya ve çileye ihtiyaç yoktur.
Ne var ki çok defa Şeytan'ın galibiyeti ruhun hakiki gıdasını bulamamasından kaynaklanır. Aç kalan insanın leş bile yiyebilmesi gibi, ruh da Allah inancının lezzetiyle doyurulup tatmin edilmezse, kötülük odaklarına yönelebilir, onları ilahlaştırabilir, kısacası şerrin emrine girebilir.
Gönül boşluk kabul etmez. Orada ya Allah olacaktır, ya da onun karşıtları... Allah bir gönülde gerçekten tecelli etmiş, inancın nuruyla orasını aydınlatmışsa, yani hakiki bir kul olmuşsa, Şeytan'ın o gönülde yapacak işi kalmamış demektir.
Elbette Allah'ın sarsılmaz bir inançla gönüllerde tecelli etmesi, ilimle, irfanla, derin kavrayışlarla mümkün olacaktır. İman hem köklü, ciddi ve devam-lı çabalarla güçlü tutulacak, hem de ömür boyu aynı itina ile desteklenecektir. Çünkü, nefsin ortadan kalkması, Şeytan'ın kesin olarak ümidini yitirmesi imkansızdır. Her daim bir açık kapı bulmanın dikkatiyle bekler ve tuzağına düşürmek için pusudadır.
İnsanın iç dünyası bomboş bırakılırsa, gerçek anlamda Allah inancına geçit verilmezse, bu defa Yüce Yaratıcı'nın yerine kötülük odağı olan Şeytan gelip kurulmaktadır. Böyle bir durum Şeytan'ın bile, beklemediği bir vaziyettir. Çünkü onun temel işi, insanı sapıtmak, gaflete atmak ve günah çukurlarına düşürmektir. Fakat kendisinin ilah bilin-mesi, kutsanması Yaratıcı'nın yerine konulması, muhakkak ki şeytanı da şaşırtan bir akıl almaz tersliktir.
Ancak bu durum da gösteriyor ki, insan inanca muhtaçtır. Bir gönül Allah'a mecburdur. Eğer iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun kaynağı olan Rabbi'ni bulamaz, O'na kul olamaz ve yoluna gidemezse, bunalıyor. Bu boşluktan akla hayale gelmez kötülükler fışkırıyor. Sürülmeyen, bakılmayan ve uzun yıllar boş bırakılan tarlanın gereksiz, hatta zararlı bitkilerle dolması gibi.. Yıllarca boş bı-rakılan, bakılmayan, temizlenmeyen evin kendi kendine kir, pas ve çürümeye maruz kalması gibi...
Gönül evi ve ruh tarlası da yaratılış amacından uzaklaşarak bozuluyor, kirleniyor, çürüyor ve orada hiç olmaması gerekenler oluyor. Zira gönül boşluk kabul etmez.
Boş bırakılmış ruhlarının karanlıklarında yalnız kalamayarak Şeytan'a tutunan ve onun hoşlandığı şerleri işleyen gençler ne kadar suçludurlar? Onların gönül boşluklarını oluşturan-lar, Şeytan'a ve nefse karşı savunmasız kalmalarına sebep olanlardır asıl suçlular... Kimdir bunlar? Anne-babadır. Eğitim veremeyen eğitim sistemidir. İrtica mirtica yaygarasıyla sapla smanı birbirine karıştırarak, insanları inanç odaklarından uzaklaştıran basın yayın dünyasıdır. Kötü arkadaşlardır. Nefsâni arzuları, insanin tabii ve zaruri ihtiyaçları gibi gösteren ve bunların tatmininde de hiç bir ölçü, kural ve sınırlama tanımayan çağdaş sapıklıklardır.
Ancak hep başkalarını suçlamak gerekir. Bütün bu Şeytan'ın işini kolaylaştırmalar, hep Müslümanların gevşekliğinden ileri geliyor. İnanç zayıflığından, bilgisizlikten, ya da irade gevşekliğinden yararlanıyor Şeytan...
Şeytan'ın yolunu açan ve manevra alanını genişleten çok önemli bir sebep de, Allah'tan çok Şeytan'a uyan din mensuplarının davranışlarıdır. Özellikle de Müslümanların inandıkları gibi yaşama-maları, batıl ve asılsız inançların peşinde yuvarlanmaları Şeytan'ın işini kolaylaştırmaktadır.
Çünkü bu suretle gönüllerde fay hatları oluşuyor. İç dünyalarda menfi enerji kaynağı zehirli gazlar birikiyor. Şeytan da bunları nefis işbirliğiyle kolay tetikliyor, ateşliyor, patlatıyor.
Bu sebeple dir ki Efendimiz (s.a.v.) "Rabbim, beni bir an bile nefsimin eline bırakma" diye yakarmıştır.
Biz Müslümanlar günün kaç saatinde nefsimizin, kaç saatinde Rabbimiz'in emrindeyiz? Günlük hayatımızda yaptıklarımızın yüzde kaçı Mevla'nın rızasına, yüzde kaçı Şeytan'ın isteğine uygun durumdadır?...
Her Müslüman, mutlaka, Şeytan'ın işine yarayacak neler yapıyorum?" diye düşünmelidir... Eğer bizim hayatımızdaki inanç ve ahlak boşlukları olmasaydı, Şeytan'a tapanlar ortaya çıkar mıydı?
Eğer mü'minler gerçekten emredilen güzel ahlakı pırıl pırıl, tertemiz yaşasalardı, İslam toplumunda batıl düşünceler, kan, kin, Şeytancılık yaşanır mıydı?
Değerli okuyucular, kabul edelim ki, hepimiz inancımızda, ibadetimizde, ahlakımızda boşluklar bırakmıyoruz. Hatalar yapıyoruz. İşte bu hatalar ve boşluklar, batılla doluyor, aykırı ve ters olanla doyuruluyor.
Her şeye rağmen ve mazeretlere sığınmaksızın, hepimiz teker teker sorumluluğumuzun bilincinde olmalı, kendimizi; nefsimizi hesaba çekmeli ve açıklarımızı acilen kapatmaya koşmalıyız.
Zira gönül ferman dinlemiyor. Gönül boşluk kabul etmiyor. Gönül aç ve susuz kalamıyor. Daha doğrusu gönül O'nsuz olamıyor. O'nun, O Yüce Yaratıcı'nın zikri, fikir ve inancı ile doyurulamayan gönül, çölleşiyor. Rabbimiz bizi, ancak imanla insan olacak, mutlu olacak, normal olacak şekilde yaratmıştır.
Seçimin alternatifi fazla değildir: Ya Allah, ya da Şeytan... Terazi iki kefelidir. Ya inanç ağır basacak, iyilik, güzellik hakim olacaktır. Ya da Şeytan'ın hükümranlığı altında şerler yayılıp gidecek, ve dünya yaşanmazlaşacaktır.
Bu sebeple seçimi doğru yapmalı, tam ve kesin yapmalı, biraz iman, biraz da şer ve kötülük yanlısı olmamalıyız. Küçük hesapları bir yana itmeli ve mutlaka ahiret boyutlu düşünmeliyiz.
Allah ortak kabul etmez. Bazen kendi yolunda, bazen de Şeytan'ın hoşlandıkları peşinde olmayı kabul etmez. Bu sebeple bir deruni arın-ma ameliyesinden geçmemiz şarttır.
Eğer Şeytan'ı yüceltenler olmasın istiyorsak... Eğer Şeytan'ın istediklerini yapan, kan ve kine sapan sapıklar olmasın istiyorsak... Önce biz Şeytanlıklardan arınmalıyız. Sonra da çevremize yardımcı olmalıyız. İnsanların imanlarına her vesileyle ve bütün imkanlarımızı zorlayarak yardımcı olmalıyız.
Şuurlu mü'minlerin çoğunlukta olduğu yerde Şeytan barınamaz. Seytan'ı herkesin EÜZÜ-BESMELE ile taşladığı ve bunu işleriyle, ahlakıyla da pekiştirip teyit ettiği yerde Şeytan'a düşen mağlubiyettir.
Şeytan'ın barınamayacağı güzel ortamlar oluşturmak hepimizin görevidir. Şeytan, ancak günahların yoğunlaştığı, insanların da neme lazım dediği manevi bataklıklarda mekan tutar ve at oynatır.
Şeytan'ın barınamayacağı ortam,ahlak ile sağlanır. Her şeyin mübah, her günahın helal telakki edildiği ortamlar Şeytan'ı mutlu eder... İnsana yaraşır ahlakı bulunduğumuz her mekana hakim kılmalıyız. Ancak şunu da unutmamalıyız ki, ALLAH'SIZ AHLAK OLMAZ!
Satanizm; polis baskınıyla, gözaltıyla, dergi toplamakla önlenemez. Dergi, kötü arkadaş, sapkın müzik, ancak içi boşalmışları etkileyebilir. Bu dış etkenlerin insanın içinde iş yapabilmesi için, önce gönül güzelliklerinin ortadan kalkması gerekir. Bu da birden bire olmaz.
Bu sebeple aileler çocuklarını sürekli gözetim ve denetim altında tutmalıdırlar. Onları polis'ce ye casus gibi değil, sevgiyle, arkadaşça bir yakınlıkla, şefkatle kucaklamalıdırlar. İmandan doğan güzellikler sürekli beslenip büyütülmeli, sözle değil, hal ve hareketle yalnız olmadıkları duyurulmalı-dır.
Gençleriyle olumlu, sürekli ve sıkı iletişim kurabilen aileler, onları yitirmezler, Şeytana kaptırmazlar.
Satanizme uzanan yollara ne kadar kendi hal ve hareketlerimizle pirim verdiğimizi düşünmeliyiz ve ilk düzeltmeyi kendi içimizde yapmalıyız.
Satanizme değilse bile, Şeytan'ı mutlu kılmaya giden yollar, ekranlardan mikrofonlardan, kasetlerden, CD'lerden, beyaz perdeden açılıyor. Sanat kılıfı altında da olsa, gözümüzü ve gönlümüzü bu tür faaliyetlere karşı da dört açmak mecburiyetindeyiz.
Çocuklar ne okuyor? Ne seyrediyor? Hangi müziği dinliyor? Hangi felsefeye meylediyor? Ne düşüncedeki kimselerle arkadaşlık kuruyor?
Bunları sık sık araştırmak ve bizzat onlarla kuracağımız sıkı ve samimi arkadaşlık sayesinde doğrudan kendilerinden öğrenmek durumundayız. Yoksa bazı ana-babalar gibi, kızımız, ya da oğlumuz, Allah korusun ekranlara çıkınca, "Hiç haberim yoktu, bu çocuk ne zaman bu hale geldi?" deriz... Şer cephesi boş durmuyor. Şeytan'ın askerleri yıkma kolaylığından da yararlanarak habire çalışıyorlar... Ya yapma, imar etme, tamir etme durumunda bulunanlar...Onlar ne haldeler... Onların mazeretlerini, zorluklarını, önlerine konulan engelleri biliyorum. Biliyorum bilmesine de, yine de onları Hakk'a hizmete ve Hakk'a seferberliğe çağırmaktan başka bir yol da düşünemiyorum.
Çocuklar bizimdir. Gençler de geleceğimizdir. Bu yarışı kazanmak ve Şeytan'ı yenmek zorundayız.
Şeytan'a galip gelmenin zevkini tattıkça, moralimiz artacak, çabalarımız çoğalacak ve zaferlere koşacağız inşallah...
14) NEFSİMİ YENMELİYİM
İnsanlar Nefis Savaşında Üç Sınıfa Ayılırlar. Nefis Savaşında Başarılı Olmanın Temel Unsurları:
Kalp, Akli, Ruhî Yenilginin Belirtileri, Şeytanın Giriş Yerlerinden korunma Çareleri
1.Açgözlülük ve kötü düşünme kapısı 2.Yaşamayı sevmek ve tükenmez arzu kapısı 3.İstirahat ve nimetin peşine koşma kapısı 4.Kendini beğenme kapısı 5.İnsanları hafife almak ve onlara az saygılı olmak kapısı 6.Kıskanma kapısı 7.Gösteriş yapmak ve insanların övgüsünü elde etmek kapısı 8.Cimrilik kapısı 9.Kibir kapısı 10.Tamah kapısı
İnsan kendi nefsiyle sürekli bir mücadele içinde bulunur. Sonunda ya nefsini yener veya ona yenilir. Yahut da ölünceye kadar bu mücadele devam eder. Bu savaş, bazen onun lehine bazen de aleyhine olur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nefse ve onu şekillendirene, ona iyilik ve kötülük kabiliyetini ilham edene and olsun ki, nefsini temizleyen iflah olmuş, onu fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (Şems, 9-10)
Hz. Peygamber (s.a.v) de bu hususa işaret ederek şöyle buyuruyor: "Fitneler, kalplere tıpkı hasır çubukları gibi dal dal arz olunur. Artık onlar hangi kalplere işlerse o kalpte siyah bir leke meydana gelir. Hangi kalp, onları kabul etmezse o kalpte de beyaz bir nokta meydana gelir. Böylece iki çeşit kalp meydana gelir. Bu kalplerden biri, cilalı taş gibi bembeyazdır ve ona hiçbir fitne zarar vermez. Ötekine gelince; o, alaca siyahtır. Ne bir iyiliği tanrı ne de bir kötülüğe karşı çıkar. Yalnız içine işleyen hevâ ve hevesini bilir." (Müslim: İman, 231)
İnsanlar Nefis Savaşında Üç Sınıfa Ayrılırlar 1. Bir kısım insanlar nefsanî arzularına yenilmişlerdir.
Böylece dünyaya ve dünya maluma meyletmişlerdir. Bunlar, Allah'ı (c.c) unutan, Allah (c.c) da onlara kendisini unutturmuş olduğu kâfirlerle onların planlarını tatbik eden kimselerdir. Allah (c.c) onları, Kur'ân'da şu sözüyle tarif ediyor: "Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği; gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Allah'ın saptırdığı kimseye O'ndan başka kim doğru yolu gösterecek, düşünmez misiniz?" (Câsiye, 23)
2. Bir sınıf da nefisleriyle cihad ediyor ve nefsânî arzularını yenmeye uğraşıyorlar. Bazen arzularını yeniyor, bazen de hezimete uğruyorlar. Bazen günah işliyorlar, sonra da tevbe ediyorlar. Allah'a (c.c) isyan ediyorlar, sonra pişman oluyorlar ve Allah'tan (c.c) günahlarının bağışlanmasını diliyorlar. "Ve onlar, bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler." (Âl-i İmrân, 135)
Hz. Peygamber (s.a v) şu hadisiyle bunlara işaret etmiştir: "İnsanoğlundan her biri hatalıdır ve hatalıların iyileri tevbe edenlerdir." (Tirmizî: Kıyâmet, 49) Aynı manada Vehb b. Münebbih'ten (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: "Günün birinde,şeytan Yahya b. Zekeriyye (a.s) ile karşılaştı. Yahya (a.s) ona dedi ki -Size göre insanlar, mizaç bakımından kaç kısma ayrılır? Bana bildir. iblis ona şöyle cevap verdi -İnsanlardan bir sınıf, senin gibi mâsumdurlar. Biz onlara hiçbir şey yapamıyoruz. ikici sınıf ise, çocuklarınızın elindeki toplar gibidir. Onlar fıtne bakımından biri geride bırakırlar. Üçüncü sınıf ise bize karşı en kuvvetli olan sınıftır. Biz onlardan birine yöneliriz nihayet ondan ihtiyacımızı elde ederiz (yani onu yoldan çıkarırız.) Sonra o, tevbeye sığınır. Böylece ondan elde ettiğimiz şeyi tevbe ile hükümsüz kılar. Ondan ne ümidimizi keseriz ne de ihtiyacımızı elde edebiliriz."
Nefis Savaşında Başarılı Olmanın Temel Unsurlan Kalp: Kalp, canlı, yumuşak(doğru), temiz, sert ve parlak bir organdır. Ali b. Ebî Tâlib (k.v) kalbi tarif ederken şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın yeryüzünde kapları vardır. Bu kapları, kalplerdir. Allah katında en sevimli olan kalpler en katı, en temiz ve en yumuşak kalplerdir. Sonra bu sözlerini açıklayarak şöyle dedi: -Yani dinî konularda en katı olan kalpler, inançta en temiz olan kalpler ve müslüman kardeşlerine karşı en yumuşak olan kalplerdir." Başka bir sözünde şöyle demiştir: "Mü'minin kalbi temizdir. Onda parlayan bir kandil vardı. Kâfırin kalbi ise siyahtır. Ters çevrilmiştir." (İbni Mâce: Zühd, 33)
Kur'ân'ı Kerîm mü'minlerin kalplerini tasvir ederek şöyle diyor: "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalpleri titrer. Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır." (Enfâl,3)
Kâfirlerin kalplerini tasvir ederken de şöyle buyurur: "Gerçek şudur ki, yalnız gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalpler de körelir." (Hacc, 46)
Başka bir âyette; "Bunlar Kur'ân'ı düşünmezler mi? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var? (ki hiçbir hakikat göğüslerine girmiyor.)" buyuruluyor. (Muhammed, 24)
Akıl insanın; anlama, kavrama, iyi ve kötüyü, hayır ve şerri, hak ve batılı birbirinden ayırma kabiliyetine ve Allah'a (c.c) yaklaşmaya, O'nun yücelik ve kuvvetini anlamaya sebep olan ilimlerden faydalanma kabiliyetine akıl denir. Bu tarif, yüce Allah'ın (c.c) şu âyetinden çıkarılmıştır. "Allah'ın kulları arasında ancak bilginler, Allah'tan gereğince korkar." (Fatır, 28)
Hz. Peygamber (s.a.v) akıl nimetinin kıymetini şu hadisiyle işaret etmiştir: "Allah yarattığı şeyler içinde akıl kadar kıymetli bir şey yaratmamıştır." (Tirmizi)Ve Hz. Ali'ye: "İnsanlar, çeşitli iyilikler yaparak Allah'a yaklaştıklarında sen de aklınla Allah'a yaklaş." buyurmuştur.
Diğer bir hadisinde: "Hiçbir adam sahibine doğru yolu gösteren ve onu yok olmaktan koruyan akıl (ilim) gibi bir fazilet elde edememiştir." buyurmuştur. (Camiu's-Sağir: II, 143)
Bundan dolayı İslâm, insanlan, ilim ve bilgiyi ögrenmeye ve dinde fakih olmaya teşvik etmiştir ki, akıl bu bilgilerin yardımıyla iyi ve kötüyü, hak ile bâtılı birbirinden ayıracak kabiliyete sahip olsun. Hz. Peygamber (s.a.v) bu hususta şöyle buyurmuştur: Allah bir kimseye hayır vermek dilerse onu dinde fakih kılar." (Müslim: İmâre,175)
Başka bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: "Alimin, âbide üstünlüğü, benim ashabımdan en küpük derecede olana karşı üstünlüğüm gibidir." (Tirmiıi: him, 19)
Bütün bunlar, ilmin kıymetli olması ve imanın ruhun derinliklerine kadar işlemesindeki etkisi ile insana bu kainatın gerçeklerini öğretmeye vesile olmasından dolayıdır.
Mü'minin aklı, iyiyi kötüden, helali haramdan ve şeriatın emrettigi şeylerle, yasakladığı şeyleri birbirinden aylırabilecek bir kabiliyete sahiptir. Mü'min, ince bir perde arkasında Allah'ın (c.c) kendisine bağışladığı hidayet nuru ile bunlara bakar. "Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz." (Nûr, 40)
Akıl nurunu ise, ancak, günah işlemek, günah işlemeye devam etmek, onları açıkça işlemek ve onlardan tevbe etmemek söndürür.
Hz. Peygamber (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Kim bir günah işlerse aklının bir kısmı kendisinden ayrılır ve bu aklı ebediyyen ona dönmez."
Diğer bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Eğer şeytanlar insanoğullarının kalpleri etrafında dolanmasaydı, onlar, göklerin ve yerlerin saltanatına göz dikeceklerdi." (Ahmed b. Hanbel: II, 353)
Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Ben yolda bir kadınla karşılaşmış ve göz ucuyla ona bakmış, güzelliğini etraflıca süzmüş olduğum halde Osman b. Ajjan'ın (r.a) huzuruna girdim. İçeri girdiğimde "Osman, şöyle dedi: -Birini, zina izleri gözlerinde olduğu halde içeri giriyor. Mahrem olmayan kadına bakmanın göz zinası olduğunu bilmez misiniz? Ya tevbe edeceksin veya seni cezalandıracağım. Ben, Şöyle dedim: -Peygamber'den sonra vahiy var mıdır? O: -Vahiy yoktur, dedi. Fakat akli, delil ve doğru çıkan çabuk sezme kabiliyeti vardır, dedi." Ruhî Yenilginin Belirtileri İnsanın kalbi öldüğü veya katılaştığı, akıl nuru söndüğü ve saptığı zaman ve o şeytanla yaptığı savaşta yenilgiye uğradığında özellikle onun ruhuna açılan kötülük kapıları çoğalır ve şeytan insanoğlunun vücudunda kan gibi dolaşır.
İnsanın dayanma gücü ortadan kalktığı ve ruhî bağışıklığı kırıldığı zaman, şeytan onun arkadaşı olur. "Şeytan onların kalplerine hakim olmuş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur." (Mücadele, 19)
Şu âyet-i kerîme de bu konuya işaret etmektedir: "(Şeytan): - Öyle ise, beni azdırdığın için and olsun ki, Sen'in doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağtm, sonra onların önlerinden, arkalartndan, sag ve sollarından onlara sokulacağım ve çoğunu Sana şükredenlerden bulamayacaksın, dedi." (A'râf, 17)
Yenilgiye uğrayan kimselerin yakalandıklan en tehlikeli hastalık, vesveseye düşme hastalığıdır. Şeytan, onları Allah'ın (c.c) yolundan çevirmek için hayatlarıyla ilgili işlerin hepsinde, onların kalbine vesvese sokar. Bu konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Doğrusu şeytan, değişik metodlarla insanın yolunu kesmiştir. İslâmiyet yolunda insanın önünü kesmiş ve ona şöyle demiştir. Nasıl olur da sen müslüman olup kendi dinini ve ecdadının dinini terk edersin? İnsanoğlu ona itaat etmemiş ve müslüman olşmuştur. Sonra hicret yolunda insanın önünü kesmiş ve ona şöyle demiştir. - Sen göç mü ediyorsun? İnsanoğlu ona uymamış ve göç etmiştir. Sonra cihad yolunda onun önünü kesmiş ve ona şöyle demiştir. - Harb, can ve malın yok olmasına sebep olduğu halde sen nasıl cihad ediyorsun? Sen savaşırsan ölürsün, başkaları karınla evlenir ve varislerin malını paylaşırlar. İnsanoğlu şeytana itaat etmemiş ve cihad etmiştir."
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kim Şeytana uymaz ve böyle hareket ederse, sonra bu uğurda ölürse böyle kimsenin cennete girmesine müsaade etmek Allah'ın üzerine hak olur." (Nesâî: Cihad, 19)
Şayet okuyucu kardeşim aşağıdaki âyetin tefsirinde zikredilen şeytan ile İsrailoğulları'ndan olan Rahib'in hikayesine müracaat edip onu okursa ne güzel olur: Yahudileri kandıran münafıkların durumu da tıpkı Şeytanın durumuna benzer ki, o insana inkar et, dedi. İnsan inkar edince de 'Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım' dedi." (Haşr, 16)
Şeytanın Giriş Yerlerinden Korunma Çareleri
Şüphesiz İslâm dini, şeytanî saldırılarla iblisî talimatlara karşı koyması için itısana yardım etmek gayesiyle ona birçok çare göstermiştir. Bu çareler, şeytanla yapacağı savaşta insanın sebat göstermesine yardımcı olacak ve en büyük düşmanının yenilmesini kolaylaştıracaktır. İslâm büyüklerinden birisi çareleri şöyle özetlemiştir: "Şeytanın hangi kapılardan insana geleceği hakkında düşündüm ve tefekkür ettim. Onun şu on kapıdan geleceğini tesbit ettim:
1.Açgözlülük ve kötü düşünme kapısı: Ben, Allah'a güvenmek ve rızkına kanaat etmekle ona karşı koydum. 2.Yaşamayı sevmek ve tükenmez arzu kapısı: Ben, ansızın gelen ölümden korkmakla ona karşı koydum. 3.İstirahat ve nimetin peşine koşma kapısı: Ben, nimetin son bulması ve hesabın zorluğuyla ona karşı koydum. 4.Kendini beğenme kapısı: Ben, başa kakmak ve sonucundan korkmakla ona karşı koydum. 5.İnsanları hafife almak ve onlara az saygılı olmak kapısı: Ben insanların hakkını tanımak ve onlara saygı göstermek suretiyle ona karşı koydum. 6.Kıskanma kapısı: Ben kanaat etmek ve yüce Allah'ın mahlûkatına yaptığı rızık taksimatına razı olmakla ona karşı koydum. 7.Gösteriş yapmak ve insanların övgüsünü elde etmek kapısı: Ben samimiyet ve ihlas ile ona karşı koydum. 8.Cimrilik kapısı: Ben insanların elinde bulunan şeylerin yok olacağına ve yalnız Allah (c.c) katından olan şeylerin kalacağına inanarak ona karşı koydum. 9.Kibir kapısı: Ben alçak gönüllü olmakla ona karşı koydum. 10.Tamah kapısı: Ben Allah'ın (c.c) hazinesinde bulunan rahmetine güvenmek ve insanların elinde bulunan şeylere göz dikmemek suretiyle ona karşı koydum.
" Şeytanın oklarından ve entrikalarından korunnıak için, İslâm'ın çare olarak ısrarla tavsiye ettigi şey, her işe başlarken Allah'ın (c.c) ismini anmaktır.
Bu konuda, Ebû Hüreyre'den (r.a) şu hadis rivayet edilmiştir: "Mü'min ve kafirin şeytanları karşılaşırlar. Bir de ne görsünler; kâfirin şeytanı yağlı, Şişman ve kuvvetli idi. Mü'minin şeytanı ise pek zayıftı, saçı keçeleşmiş, tozlanmış ve çıplak idi. Kâfirin şeytanı, mü'minin şeytanına - Sana ne olmuş, bu kadar zayıflamışsın, dedi. O, şu cevabı verdi. - Ben öyle bir adamın yanında bulunuyorum ki, yemek yediğinde Allah'ın ismini anar. Böylece ben aç kahrım. Su içtiğinde yine Allah'ın ismini anar. Ben susuz kalırım. Elbise giydiğinde Allah'ın ismini anar. Ben yine çıplak kalırım. Saçına yağ sürdüğünde Allah'ın ismini anar. Böylece benim saçım keçelenir. Sonra kâfirin şeytanı şöyle dedi: - Fakat ben öyle bir adamla beraber yaşıyorum ki, bunlardan hiçbirini yapmaz. Ben, yemesinde, içmesinde ve elbiselerinde onlara ortak oluyorum.
" Şeytandan korunma vesilelerinden birisi de, halis, helal mal olsa bile doyasıya ve tıka basa yemekten sakınmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz." (A'râf, 31)
Hz. Peygamber (s.a. v) şöyle buyurmuştur: "Doğrusu şeytan insanoğlunun damarında kan gibi dolaşır, Öyle ise siz aç kalmak suretiyle onu damarlarınıza . sıkıştırınız" (Buhârî: Ahlc'dm 21; MüsHm: Selâm 23, 25.) (Ahmed b. Hanbel: Müsned, III, 156)
Şeytandan korunma çarelerinden birisi de Kur'ân'ı okumak, Allah'ı (c.c) zikretmek ve tevbe etmektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a v) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Şeytan, hortumunu ademoğlunun kalbinin üstüne koyar. Eğer o, Allah'ı anarsa hortumu geri çeker. Şayet insanoğlu Allah'ı unutursa onun kalbine girer." (İbn Ebi_Dünyâ)
Bu çarelerden birisi de işlerinde acele etmemek ve sabretmektir. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: `"Acele, şeytandandır. Sabretmek Allah'tandır." (Tirmizı: Birr, 66)
Şeytanın şerrinden ve entrikalarından sakınmak için, İslâm dininin tavsiye ettiği çareleri ve işleri yapmak gerekir. Bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'tan korkanlara şeytandan bir vesvese dokununca Allah'ı hatırlarlar ve gerçeği görürler." (A'râf, 201)
15) ŞEYTANIN KONFERANSI
Şeytan hizmetkarlarını toplamış ve demiş ki: "Müslümanları camiye gitmekten alıkoyamıyoruz. Kur’an okuyup gerçekleri öğrenmelerine engel olamıyoruz. Allah ile aralarında özel ve sonsuz bir ilişki kurmalarına dahi engel olamıyoruz. Eğer Allah ile olan bağları böyle devam ederse onların üzerindeki gücümüz yok olur. Bu yüzden bırakın camiye gitsinler, hayatlarını dindar olarak geçirsinler ama siz onların zamanını çalın ki Allah’a olan bağları kopsun. Sizden yapmanızı istediğim şey bu hizmetkarlarım. Onları yaratanlarından uzaklaştırın ve gün içersinde onunla olan bağlarını koparın."
"Bunu nasıl yapacağız "diye bağırdı hizmetkarlar. Lüzumsuz şeylerle onları meşgul edin, beyinleri meşgul edecek sayısız şey icat edin! dedi şeytan.
Onları sürekli harcamaya ve ödünç almaya teşvik edin. Marketleri ve alışveriş merkezlerini eğlenceli, vakti boşa geçirici şeylerle doldurun.
Kadınları uzun saatler boyunca çalışmaya ikna edin.
Erkekleri boş hayat tarzlarını sürdürebilmeleri için haftada 6-7 gün, günde 10-12 saat çalıştırın. Çocuklarıyla zaman geçirmekten alıkoyun onları.
Aileleri parçalanacağından kısa zaman sonra evleri onlar için islerinin stresinden kurtulabilecekleri bir sığınak olmayacak"
Kulaklarını o kadar meşgul edin ki içlerinden gelen o sesi duyamasınlar.
Onları her anlarında faydasız şeyleri dinlemek için kandırın.
Evlerinde sürekli gereksiz işlerle meşgul edin.
Ve her mağaza ve restorantta müzikler çaldırın. Bu kafalarını karıştıracak ve Allah ile olan bağlarını koparacaktır.
Sehpalarını dergi ve gazetelerle doldurun.
Kafalarını günün 24 saati haberlerle doldurun.
Posta kutularını gereksiz mektuplarla, kataloglarla, bedava ürün tanıtımları ve yalan ümitlerle doldurun.
Zayıf güzel mankenlerin resimleriyle dergileri doldurun ki kocalar dış güzelliğin önemli olduğunu düşünsün ve karısından memnun olmasın.
İşte! Bu aile için en hızlı yıkımı meydana getirecektir."
Boş zamanlarında dahi onları meşgul edin. Eğlencelerinden yorgun dönmelerini sağlayın.
Onların Allah'ın yarattığı varlıklardaki harika sanatları görmemeleri için tabiatla yüz yüze gelmelerine engel olun.
Bunun yerine onları lunaparklara, spora, konser ve sinemalara gitmelerini sağlayın.
Onları sürekli ama sürekli meşgul edin.
Bir araya geldiklerinde dedikodu ve boş konuşmalarla zaman geçirmelerini sağlayın.
Hadi ne duruyorsunuz. Onların hayatlarını güzel sebeplerle öyle bir doldurun ki Allah'ın gücünü görecek, düşünecek, anlayacak zamanları kalmasın. Az zaman içinde sağlık ve ailelerini bile bu uğurda yok edecekler.
Bu işe yarayacak! Ve şeytanın uşakları müslümanları meşgul etmek, oradan oraya koşturmak için hevesle ise koyuldular.
16) ŞEYTANLA BİR GÖRÜŞME
Şeytanla kabristanda karşılaştılar. Şeytan çok neşeliydi. Adam sordu:
"Bu ne hâl?"
"Altın devrimi yaşıyorum." diye cevap verdi şeytan.
Adam anlamazlıktan geldi: "Ne demek istiyorsun?" "Sen de pekâla biliyorsun," dedi, "Asırlarca âhirzaman dedim durdum. Şimdi artık mutluyum. O Asr-ı Saadet'te neler çektiğimi bir ben bilirim. Hangi sahabeyi görsem dizlerimin takatı kesilirdi.
Hele Ömer, onu görünce saklanacak delik arar, yolumu değiştirirdim. Daha sonra da rahat yüzü gördüm sayılmaz. Sahabeler gitti, müçtehidler geldi. Her asırda bir kutup, bir müceddid, nice alim, nice veli...
Bana rahat yüzü mü gösterdiler?. Geylânî gitti, Gazali geldi; Rabbanî gitti, Mevlâna geldi.. Selçuklunun çöküşüyle biraz rahat edeceğimi sandım. Ne gezer. Al sana Osmanlı Ama şimdi altın devrimi yaşıyorum. Evet altın devrimi.
Şeytan, daha sonra da bir nârâ atarak "Gün benim, devran benim" diye ekledi.
"Milyonlarca, milyarlarca insanı nasıl yoldan çıkarıyorsun? Bunu hangi kuvvetle yapıyorsun?" diye sordu adam.
Şeytan bir kahkaha savurdu: "Allah'ın onlara verdiği kuvvetle!" "Nasıl olur!?"
"Anlatayım," dedi şeytan. "İnsana takılan bütün âletler, duygular, verilen bütün hisler, kuvvetler hep Allah'ın ihsânı. Ben o insana Allah'ı unutturuyorum. İçine vesvese atıyor, ne lâzımsa yapıyorum. Oyunlar tezgâhlıyor, tuzaklar kuruyorum. Sonunda bana uyarsa, Allah'ın bu ihsanlarını benim istediğim yönde kullanıyor. İşte bütün mesele bu kadar basit."
"Demek sen Allah'ı biliyorsun?" diyerek hayretini belirtti adam.
Şeytan acı acı gülerek; "Öyle lâf ediyorsun ki şaşıyorum" dedi.
"Hiç bilinmeyen bir Zât'a isyan edilir mi? Onu bilmeyen mi var? Ama kimisi Kur'an'ı dinler, emirlerine uyar. Kimisi de beni dinler, isyan yolunu tutar. Bu ayrı mesele."
Adam, şeytana silahlarını sordu. "Bunları ezberlemeye hafızan yetmez," dedi şeytan. "En çok kullandıklarım dünya sevgisi, benlik dâvâsı, şehvet, gazap, hırs, haset, riya. Herkesin nabzına göre şerbet veririm. Birine aldanmazsa, diğerini sunarım. Kendime bağlayıncaya kadar peşini bırakmam. Bunu başardım mı işim kolaylaşır. Artık ben o kişinin ardına düşmem. 0 beni takip eder."
Şeytan onu bir kabre götürerek "Bak" dedi. Adam baktı. Toprağın altı da, üstü gibi seyredilebiliyordu
Şeytan, "Şu var ya," dedi, "Bil bakalım, erkek mi, kadın mı?"
"Ne bileyim ben," diye cevap verdi adam.
Şeytan "vaktiyle" dedi, "şu kemikler bir kadının, şu ileridekine de bir delikanlının bedenleri sarılıydı. İkisini de rahatlıkla parmağımda oynatıyordum. Bu kâinatı, ondaki harika hadiseleri, insanın mükemmel yaratılışını, ölümü, hesap gününü, kısacası, her hakikatı unutturdum onlara. Şehvetten başka birşey düşünmez oldular. Bir ömür boyu hayvan gibi yaşadılar. Şimdi de azap çekiyorlar."
Mezarlıkta biraz ilerlediler. Şeytan bir başka kabri gösterdi: "Bil bakayım," dedi, bu kemikler zengin kemiği mi, fakir kemiği mi?"
"Kemiklerden birşey anlaşılmıyor" dedi adam. Ama mezar taşından bu şahsın vaktiyle zengin biri olduğu belli.
"Evet," diye cevap verdi şeytan. "Ben bu adamı servetiyle gururlandırdım. Mal sevgisi gönlünde o kadar yer etti ki, işin birini bırakıp diğerine koşuyor, rüyalarında bile parayla uğraşıyordu. Ona rahat yüzü göstermedim. Gayri meşru kazançların peşinde koşturdum. Zâlim ettim, hırsız ettim, mağrur ettim... Bunlar onu mahvetmeye yetti; şimdi ilk hesabını veriyor. Şu berideki de bir fakirdi. Onu da bunun malına haset ettirdim. Kalbine kin ve nefret tohumları serptim. Bu kadarla da kalmadım, onu ruhî bunalımlara ittim. Sonunda kaderi tenkide kadar götürdüm. O da bir başka azap içinde. İşte bir taşla iki kuş vurmak diye buna denir."
Sözün burasında hiç alâkası yokken yine, "Şu Osmanlılar yok mu," diye içini çekti, şeytan" kendileri gittiler ama, yine de bana çok çektiriyorlar. Fakat ben de intikamımı iyi aldım."
"Nasıl aldın?' diye sordu adam.
"Anlatayım," dedi. Bunu söylerken göğsünü kabartmış, ellerini koltuklarının altına sokmuş, başını gururla dikmişti:
"Asırlarca dinin, îmanın ve namusun bayraktarlığını yaptılar. Nice plânlarımı akîm bıraktılar. Nice insanları Allah'a secde ettirdiler. Fakat, şimdi ne oldu? Onların torunları benim peşimdeler. Hâyâ perdelerini sıyırıp çöpe attım. Şimdi birbirlerinin namusuna kötü gözle bakmayı hüner sayıyorlar. Bu manzara beni keyfimden çıldırtıyor. Dahası da var. Dün Osmanlının isminden dehşete kapılan Avrupalı, bugün memleketinize rahatlıkla giriyor. İstediği gibi eğleniyor ve Meyhanelerinizde, kızlarınızın taşıdığı içkileri içiyorlar.Bu konuşmaları dinlerken adamın içinde bir sıkıntı belirmiş ve şeytanın kendisini ümitsizliğe düşürmek istediğini anlamıştı. Elbette daha fazla konuşturamazdı:
"Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır." diye başladı söze. "işte şimdi bu bahara girmek üzereyiz. Sözünü ettiğin pespaye gençliğe bedel din, vatan millet için gece gündüz çalışan çırpınan, göz yaşı döken yeni bir gençlik daha yetişiyor. Hem de akıl almaz bir hızla. Bunu sen de biliyorsun. Nitekim onlarla durmadan uğraşıyorsun. Öyle değil mi?"
Şeytan adamın söylediklerini inkâr edemezdi. Ve yanından ayrılırken "evet" dedi biliyorum.
Ama yine de onlarla uğraşacağım." deyip, kaybolması bir oldu. http://www.kissalar.comdan/ - www.kissalar.com'dan alınmıştır
17) İNSAN VE İBLİS
İblis öncelikle mü'mine düşman olmakla birlikte, gerçekte tüm insan neslinin karşısındaydı. Sadece inanan ve inancının gereğini yaşayanların değil, inanmayanların da, inancının gereğini yaşamayanların da yakasını bırakmıyordu. Çünkü İblis, kendi helakini insanın varlığına bağlamaktaydı. Âdem yaratılmadan önce yeri rahattı.
Âdem'in yaratılmasıyla fena bir imtihan başına çökmüştü. Kendisi gibi mahluk olan birine secde etmesi istenmişti ondan. Emreden herhangi biri değildi. Kendisini yaratandı aynı zamanda. Yine de bu emri kibrine yediremeyerek secde etmemiş, Âdem'e secde emrinde isyana düşmüş ve insan neslini kendine düşman ilan etmişti.
İnsan neslinin karşısındaydı İblis. İki sarhoş kavga ettiği zaman onun üzüldüğünü düşünebiliyor muydunuz? Büyük ihtimalle ellerini ovuşturarak başardığı işin zevkini çıkarıyor olacaktı. İki kavim savaşmış olsun, iki nesil, iki ülke.. Ya da nesiller ülkeler savaşsın.. Zehirlemekten aldığı lezzetinin artmasından başka ne fark ederdi onun için? Yaptığı işlerin dehşetli sonuçlarına bakılırsa, hırsla sarıldığı bu işin sonunda insan nesli tamamen helâk olmadan tatmin olması pek mümkün değil gibi görünüyordu. Acaba yeryüzünde onun uğursuzluğunu tatmamış, onun şerrinden nasibini almamış bir tek insan var mıydı?
Tecrübeliydi.. Hz. Âdemden beri yeterince tecrübe edinmişti. Ne istediğinin ve neyi istemediğinin farkındaydı. İnsanı istemiyordu. İnsanın lemlerin Rabb'inin huzurunda ikram edilir, kerim bir makam sahibi olmasını istemiyordu. Secde etmemişti ve bu isyanını Âdem'in kalitesizliğiyle, önünde eğilmeye layık biri olmamasıyla açıklamıştı. "Ben hiç balçıktan yarattığın birine secde eder miyim?" (1)"ben ondan hayırlıyım" (2)demişti! Önünde eğilmesi gereken asıl şeyin kendisini Yaratan'ın emri olduğunu, secde etmesi istenen şeyin ise sadece bir perde olduğunu fark edememişti. Fark ettiği zaman ise yine kibrine yenik düşmüştü. Mühlet istemişti, fakat bu mühleti kendiyle yüzleşip nerede hata ettiğini sorgulamak için değil de, kendisini yoktan var eden ve ikram eden Rab'bini yalan çıkarmak için istemişti.
Zât'ı Akdes ise yalan söylemezdi, bunu da biliyordu İblis. Söz verir sözünden dönmezdi. O'ndan mühlet sözü aldıktan sonra, Zât'ı Akdes'in verdiği sözden geri dönmeyeceğini bildiği için gizlediği niyetini hemen açığa vurmuştu. "Beni saptırmana yemin ederim ki, onları sana ulaştıracak olan yolunun üzerine oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.. Ve, sen onların çoğunu kendine şükreder bulamayacaksın"(3) demişti. Bu derinlerde gizli iddiasını hemen gerçeklemeye koyulmuştu. Hz. Âdem ile Havva'nın, cennetten indirilmelerine sebep olan hilesi, ilk desisesi, ilk planıydı.. başarmıştı da...(4)
Bu ilk planında, Âdem ile Havva'ya verilmiş olan beka hislerini kullanmış, bu hisleri bir maddeye, bir yasak ağaca yönelterek bekâyı, sonsuzluğu onun verebileceğini Âdem ile Havva'nın zihinlerine sokuşturmuştu. (5) Böylece onları neredeyse bâki lezzetlerden etmişti. Bu hile bundan sonra İblis'in en geçerli, en gözde hilesi olacaktı. Reklamını yaptığı her şeyi, sanki ona ulaşıldığı zaman mutlak, gölgesiz lezzetlere ulaşılmışçasına tatmin olunacakmış gibi sunuyor; sonsuzluk, sanki onun yanı başındaymışçasına lanse ediyordu. Muhatabında ise buna karşılık verecek sonsuzluğa, bekâya aşık hisler zaten hazırdı. Aldanacaktı insan ve aldanıyordu.. Aldanarak o metanın peşine düşen ise ne yazık ki, aldandığını fark ettiğinde iş işten neredeyse geçmiş oluyordu. Büyük zamanlar harcanmış, hisler, duygular o gerçek anlamda hiç bir değeri olmayan metanın peşinde törpülenmiş, tüketilmiş oluyordu. Yaşanan hayal kırıklıkları beraberinde ümitleri de alıp götürüyordu
Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmedeydi. En güzel hisler, kalpler makamların, mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu. Oysa tüm bu onurlu(!) makamlar, şatafatlar, kokuşmakta olun bir cîfe, üzeri örtülen bir çukurla sonlanıyordu. Güzeller ve güzellikler yaşantıların tarifi haline gelmişti. Oysa kalpleri yaralayan, dağıtan ve zihinleri uyuşturan bir güzellik, gerçekte ne kadar güzel olabilirdi? Hem bastığı yerlere dönmeyecek bir ayak, tuttuğu şeylerin çamuruna inkılâp etmeyecek bir el, akmayacak bir göz, dağılmayacak bir yüz yoktu..
Bu akan kanların, uyuşan zihinlerin, dağıldıktan sonra kinle dolarak toparlanmış kalplerin, firavunlaşan enelerin, gerçeğe değil, hakka değil hevâya tabi olmaların, isyana yönelmiş vicdanların, unutulan hayatî gerçeklerin, bu unutmuş, unutulmuş hayatların.. yaşanan tüm bu manevî karanlığın bu zulümlerin arkasında ise bir tek isim vardı: İblis!.. Salih Ozayturk
18) VESVESEDEN KURTULMANIN PRATİK ON ÇARELERİ
1. Vesvese, imanın kuvvetindendir.
Önce hemen şunu belirtelim ki, vesvese çok korkulacak bir şey değildir, çünkü iman var ki, vesvese geliyor. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, “Ya Rasûlallah, vesveseye mübtelâyım” diyen birine, Efendimiz (sav)'in cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir” şeklinde olurdu. Şeytan, sizde de iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı taarruza geçmektedir. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihte gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle Âdem (as) ile başlamış olup, kıyamete kadar da devam edecektir.
Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar, öyle de şeytan dahi, mü'minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Zaten o, tamtakır, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz; böylelerine vesvese okları göndermez. Hırsızlar bile zengin evleri kollarlar; Doğu'nun ve Batı'nın kâfir ve zâlimleri de öyle değil mi?..
Vesveseye düşen mü'min, “Şeytan bütün cephelerde mağlûp oldu; bu yüzden, şimdi de iman ve İslâm'a ait vesveselerle, şüphelerle beni meşgûl etmek, hazineme el atmak istiyor; ama, benden bir şey koparamayacak. Bu, onun son çırpınışlarıdır; bir gün gelecek, benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir.. kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi. Hoş, gitmese de kapılar ona sürmeli ve beni koruyan kale de çok sağlam; bana Allah’ın izniyle hiç bir şey yapamaz” diye düşünmelidir.
2. Vesvese, kalbin malı değildir:
Kalb rahatsız olduğuna göre, vesvese kalbe mal edilemez; çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmayacaktı ve böyle bir kalble şeytan da uğraşmayacaktı...
Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalb, vesveseye razı değil, sahip de değil; vesvese ile arasında manâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki, kalb vesveseden rahatsız olmaktadır. Kişinin gösterdiği reaksiyondan, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştiha ve ağız tadının kaçmasından anlıyoruz bunu; tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda açtığı rahnelere, meydana getirdiği arızalara karşı vücudun muharipler üretmesi, antikorları devreye sokması ve bu ciddi muharebenin meydana gelmesi neticesinde hararetin yükselmesi gibi. İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği bizim malımız olmayan yabancı hayâl, düşünce ve vesveselere karşı mânevî yapımız, iman potansiyelimiz, âdeta antikor üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır. Eğer, vücudumuz herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen teslim oluyorsa, o zaman, AİDS virüsüne karşı antikorların teslim-i silah ettikleri gibi, bizde de iş bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bu, “Gel, ne istersen yap!” demektir ki, şeytanın da istediği budur.
3. Vesveseye maruz kalb, içine kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer:
meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı var; bileşikleri, tadı ve takdim ettiği şifasıyla zemzem suyu gibi bir su kaynağı. Herkes tarafından mâlum ve meşhur hale gelmiş, dünyâca da kabûl edilmiş mübarek bir kaynak. Şimdi, hain biri geliyor, sinsice kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer-çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, “Eyvah” diyorsunuz; “Pınarım kurudu, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerinde atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar ise, o zaman bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiç bir zararı olmayacaktır. O toz, toprak akıp gidecek ve sizin menba'ınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil... Evet, işte vesveseye maruz kalb de böyledir...
4. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mes'ul etmez:
Bildiğiniz gibi, mükellef ve mes'ul olmada irâde ve şuur şarttır. Hayvanatın yanısıra mecnunlara, aklı, şuuru yerinde olmayanlara teklif yoktur. Bu itibarla, vesvese için irâde devrede değilse ve plân, programı yapıp, “gel” diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes'ul sayılmayız. Elverir ki, onu fiiliyata dökmeyelim, işlemeyelim. İrâde, umumiyetle böyle kendi kendine gelen vesveseyi karşısında bulur ve ona mukavemet edemez, çünkü o davetsiz gelir. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile irâdesi dahilinde olmadan gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeylerle de bir takım hatıralara, hayâllere ve düşüncelere maruz kalabilir. Aslında, çok defa bunlardan kurtulmak mümkün de değildir; çünkü insanın bu hali, yaratılışın muktezasıdır.
5. Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir:
Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur'ân, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır” diye ferman etmektedir (Nisa, 4/76). Evet var ama, yok gibidir şeytanın hilesi. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağlarını gerip yolunuzu kapatmış; döner misiniz, devam mı edersiniz? Örümcek ağı sizin ilerlemenize mâni olabilir mi gerçekten? Şüphesiz hayır; onu bir engel olarak görmez ve hiçbir şey yokmuş gibi yolunuza devam edersiniz.
Efendimiz, şeytanın dalâleti, küfrü, küfranı, günahı ve kötülükleri yaptırmadığını ve elinden tutup da kimseye günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip-püslemek, allayıp-pullamak, cazip ve çekici göstermektir. İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidayete de sevkeden Allah (cc)'tır. Rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir şeytanın vesveseleri; fakat altında derin çukurlar bulunur, kilometrelere ulaşan derin çukurlar...
Gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese, üflemekle uçup giden tüy kadar zayıftır. Bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer o; ardından ne yağmur gelir, ne de yel!.. O, uçak yolcularının bir anlığına içine düştüğü hava boşluğu gibidir; ne feryat etmeye değer, ne de dövünüp yakınmaya!..
6. Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert haline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez:
Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayâl aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayâle gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez, kir bırakmaz ve zarar da vermez. Elinizde tuttuğunuz aynaya karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, aynadaki o yılanın elinize zararı olur mu? Ya da, aynaya akseden bir pislik elinizi kirletir mi? Veya, elinizdeki aynaya akseden alevli ateş, elinizi yakar mı? Aynenbunun gibi, nasıl karnınızdaki pisliklerin namaza ve elmasın etrafındaki kömür tozlarının elmasa zararı yoksa, aynı şekilde, şeytanın da dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile, attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiç bir zararı yoktur.
Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiç bir zararı olmaz. Ona hep tepeden bakacak ve “Allah'ın (cc) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarım” diyeceksiniz.
7. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir:
Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilafına hareket edildiği takdirde vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvese, zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman zararlıdır. Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır o; büyük gördükçe, mühimsedikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır.
Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara, hayâl sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir de, farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele bu sûretler, nefsâniliğe bakan, bedeni tesir altına alan suretler olursa... Evet, insan onu alır ve hayâlinde maceralı bir film haline getirir. Halbuki şeytana ait olan, o ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayâllerimizi gerçeğe dönüştürmesin; dönüştürmesin ki, biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.
8. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar:
Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke haline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve im'an-ı nazarla büyütüp, kendine mal eder. Derken onu huy haline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye'se düşüp, tam zarara uğramanın ifâdesidir. Bu hale ma’ruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum” deyip, mağlûbiyeti kabûl eder ve böylece önce merkezi şeytanın salvolarına açık hale getirir, sonra da onu terk eder. Bir kumandan düşünün; ilerde sağ tarafta bir kaç madenî parlama görerek, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha etmesine açık ve hazır hale gelmiş olur. Esasen bu, taktik bilememenin ve düşmanı tanımamanın ifâdesidir. Görüyorsunuz ki, şeytanın yaptığının vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıyor. Evet, dikkat edelim, onu hayalimizde ve düşüncemizde büyütmeyelim...
9. Vesvesenin manyetik alanından ibâdet ile uzaklaşmalı ve psikolojik te’sirinden çıkılmalıdır..!
Vesveseye karşı sizi vesvesenin manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunun. Hadiste de ifâde edildiği gibi, böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gadaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekat namaz kılın ve iç dünyânızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşrû bir kısım davranışlarda bulunun!.. İrâdenizi devreye sokarak, psikolojinize te’sir edebilecek, elinizde olmadan içine düştüğünüz hava boşluğundan sizi çıkaracak veya tutulduğunuz elektrik akımından sizi çekip alacak küçük de olsa bir vesile arayın.! Efendimiz (sav), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere-yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, “Burayı derhal terkedin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş” buyurmuşlardı. Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsn-ü istikbalse, evrad u ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma, bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hattâ bir taarruzdur. Meselâ, Efendimiz (sav) bir yerde, şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını anlatır. Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği manâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikce, biz de Allah ve Rasûlü’yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hâtıralara dalmalıyız. Efendimiz (sav)'in Mi’rac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hattâ esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenebilir. Keza bir yerde sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazan yumruğu sıkıp meydan okuma, bazan da hafife alma manâsına tebessüm edip geçme, onun manyetik alanına karşı gerilimde
------------- <font color=RED>“Bilginin elde edilmesi... bizi iyiye ulaştıracaktır.”[/COLOR]
|