Tevbe sûresi, 129 âyettir. 128 ve 129. âyetler Mekke’de, diğerleri
Medine’de inmiştir. 104. âyet tevbe ile ilgili olduğu için
sûreye bu isim verilmiştir. Sûrenin bundan başka birçok
ismi olup en meşhuru Berâe’dir. Bu sûrenin Enfâl sûresi’nin
devamı veya başlı başına bir sûre olup olmadığı
hakkında ihtilâf olduğu için başında Besmele yazılmamıştır.
Hicretin
dokuzuncu yılında Hz. Ebu Bekir, hac emîri olarak tayin
edilmiş ve müslümanlar hacca gönderilmişti. Bu sûre
inince Resûlullah (s.a.), Allah’ın emirlerini hacdaki
insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’yi görevlendirdi. Hz.
Ali hac kafilesine ulaştığında Hz. Ebu Bekir, «Amir
olarak mı geldin, yoksa memur olarak mı?» diye sordu; Hz.
Ali, sadece sûreyi Mekke’de hacılara tebliğ ile me’mûr
olduğunu bildirdi.
Hz.
Ali bayramın birinci günü Akabe Cemresi yanında ayağa
kalkarak kendisinin Peygamber tarafından gönderilmiş bir elçi
olduğunu bildirdi ve bir hutbe okudu, sonra da bu sûrenin başından
30 veya kırk âyet okuyarak dedi ki: «Dört şeyi tebliğe
memurum: 1- Bu yıldan sonra Kâbe’ye hiçbir müşrik yaklaşmayacak,
2- Hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi ziyâret etmeyecek, 3- Müminden
başkası cennete girmeyecek, 4- Müşrik kabileler tarafından
bozulmamış antlaşmalar, antlaşma süresinin sonuna
kadar yürürlükte kalacak.»
1. Allah ve Resûlünden
kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere
bir ihtar!
2. (Ey müşrikler!)
Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki
siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise
kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.
3. Hacc-ı ekber (en
büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden insanlara bir
bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer
tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah'ı âciz
bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! o kâfirlere elem
verici bir azabı müjdele!
4. Ancak kendileriyle
antlaşma yaptığınız müşriklerden
(antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size
eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye
arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır.
Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye
kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları
sever.
5. Haram aylar çıkınca
müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları
yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme
yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru
kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını
serbest bırakın. Allah yarlığayan,
esirgeyendir.
6. Ve eğer müşriklerden
biri senden aman dilerse, Allah'ın kelâmını işitip
dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu
güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır.
İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim
olmalarından dolayıdır.
7. Mescid-i Haram'ın
yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın
dışında müşriklerin Allah ve Resûlü yanında
nasıl (muteber) bir ahdi olabilir? Onlar size karşı
dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst
davranın. Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları
sever.
Tefsircilere göre âyette istisna edilenler, Hudeybiye antlaşmasına
dolaylı olarak iştirak etmiş olan Huzeyme ve Müdlic oğullarıdır.
Kureyş ve onlara bağlı diğer müşrikler antlaşmayı
bozdukları için müslümanlar harekete geçti ve Mekke’yi
fethettiler. Antlaşmayı bozmayan kabilelere ise dokunmadılar.
8. Nasıl olabilir
ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne
ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla
sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri (buna) karşı
çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.
9. Allah'ın âyetlerine
karşılık az bir değeri (dünya malını
ve nefsânî istekleri) satın aldılar da (insanları)
O'nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların
yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!
10. Bir mümin hakkında
ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların
kendileridir.
11. Fakat tevbe eder,
namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde
kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle
açıklıyoruz.
12. Eğer antlaşmalarından
sonra yeminlerini bozarlar, ve dininize saldırırlarsa,
küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü
onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı
savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.
13. (Ey müminler!)
verdikleri sözü bozan, Peygamber'i (yurdundan) çıkarmaya
kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa
başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak
mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer
(gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza
daha lâyıktır.
14. Onlarla savaşın
ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın;
onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin
toplumun kalplerini ferahlatsın.
15. Ve onların (müminlerin)
kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini
kabul eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
Çevre memleketlerden Medine’ye gelip müslüman olduktan sonra ülkelerine
dönen müminler, o ülke halkı tarafından işkencelere
maruz kalıyorlar, bu yüzden onlara karşı derin bir öfke
besliyorlardı. İşte bu âyette o müminlerin durumuna işaret
edilmektedir. Buna göre o işkenceciler tevbe eder, müslüman
olurlarsa Allah Teâlâ, onların tevbesini de kabul buyuracağını
bildirmektedir. Çünkü Allah her şeyin hikmetini pek iyi bilir.
16. Yoksa, Allah, sizden,
cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını
kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan
bırakılacağınızı mı sandınız?
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Peygamberimizin amcası Abbas b. Abdulmuttalib Bedir savaşında
esir olduğu zaman müslümanlar, müşrik olduğundan ve
akrabasıyla ilgisini kestiğinden dolayı onu, ayıplamışlardı.
Hz. Ali ise daha ağır sözleri söylemişti. Abbas dedi
ki: «Bizim kötü taraflarımızı söylüyor, iyi
taraflarımızı gizliyorsunuz. Biz Mescid-i Haram’ı
imar ediyoruz, Kâbe’nin perdedarlığını yapıyoruz,
hacılara su dağıtıyoruz ve esirleri serbest bırakıyoruz.»
Bunun üzerine bu âyet indi.
17. Allah'a ortak koşanlar,
kendi kâfirliklerine bizzat kendileri şahitlik ederken,
Allah'ın mescitlerini imar etmeye layık değildirler.
Onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve
onlar ateşte ebedî kalacaklardır.
18. Allah'ın
mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı
dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından
korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola
ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.
19. (Ey müşrikler!)
Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı,
Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad
edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar
Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler
topluluğunu hidayete erdirmez.
Bu âyete göre dindarlık, bir takım şeklî
merasimlerden önce bir iman, tasdik ve Allah rızası için
gayret demektir.
Bu
şartlar tahakkuk ettikten sonradır ki hacılara su
vermek, Mescid-i Haram’ı onarmak ve bakımını sağlamak
gibi hizmetler Allah nezdinde bir kıymet ifade eder.
20. İman edip de
hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında
daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.
21. Rableri onlara, tarafından
bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez
nimetler bulunan cennetler müjdeler.
22. Onlar orada ebedî
kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük
mükâfat vardır.
23. Ey iman edenler! Eğer
küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları
dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.
24. De ki: Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler size Allah'tan,
Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise,
artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar
topluluğunu hidayete erdirmez.
Resûlullah (s.a.) Mekke’yi fethettikten sonra onikibin kişilik
bir ordu ile Tâif’teki Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin üzerine yürüdü.
İslâm ordusunun çokluğunu gören bazı müslümanlar,
«Bu ordu artık yenilmez» şeklinde konuşarak
kendilerini büyük görmüşlerdi. Fakat Huneyn vadisinde
kendilerinden çok daha az bir müşrik ordusu ile karşılaşınca
bozguna uğradılar. Çünkü onlar çokluklarına güvenmişlerdi.
İşte 25. âyette onların bu durumuna işâret
edilmektedir.
25. Andolsun ki Allah,
birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında
size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size
kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan
kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine
rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin
geri dönmüştünüz.
26.Sonra Allah, Resûl'ü
ile müminler üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusu)
indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de
kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.
27. Sonra Allah, bunun
ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira
Allah bağışlayan, esirgeyendir.
28. Ey iman edenler! Müşrikler
ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra
Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer
yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi
kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi
bilendir, hikmet sahibidir.
29. Kendilerine Kitap
verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün
haram kıldığını haram saymayan ve hak
dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle
cizye verinceye kadar savaşın.
30. Yahudiler, Uzeyr
Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh
(İsa) Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla
geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş
kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları
kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!
31. (Yahudiler) Allah'ı
bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar)
da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı)
rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk
etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O,
bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.
Yahudilerin Mukaddes Kitaplarını taşıyan sandık
birkaç kez düşmanlarının eline geçmiş, Mukaddes
Kitap saldırıya uğramış ve bizzat Hz.
Musa’ya verilen levhalar kaybolmuştur. Yahudi din adamları
hâfızalarında kalan bazı âyetleri parça parça yazmışlardı.
Babil esaretinde iyi bir yazıcı olan kâhin Ezrâ, şifahi
ve kısmen yazılı olan rivayetleri bir araya toplayıp
yahudi mukaddes kitabını meydana çıkarmıştı.
Bu hizmetinden dolayı Ezrâ, İsrailoğullarının
saygısını kazanmış, bu saygı zamanla o
kadar aşırı bir noktaya varmış ki yahudiler,
Ezrâ’yı Allah’ın oğlu saymışlardır.
İşte 31. âyette buna işaret edilmektedir.
32. Allah'ın nûrunu
ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar.
Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu
tamamlamaktan asla vazgeçmez.
Tefsircilerin çoğunluğuna göre âyette geçen «Allah’ın
nûru»ndan maksat Kur’an-ı Kerim veya İslâm dinidir.
33. O (Allah), müşrikler
hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak
için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.
34. Ey iman edenler!
(Biliniz ki), hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların
mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları)
Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp
da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte
onlara elem verici bir azabı müjdele!
Yahudi hahamları ile hıristiyan râhipleri Mukaddes Kitaplarındaki
âyetleri dünya menfaatı (aldıkları rüşvet) karşılığında
ya değiştiriyorlar veya hükmünü menfaatleri doğrultusunda
yorumluyorlardı. Özellikle Hz. Muhammed’in peygamberliği
ile ilgili âyetleri tahrif ettiler. İşte bu âyette onların
bu çirkin işlerine işaret edilmektedir. Ayrıca altın
ve gümüşü veya nakit parayı ya da malı biriktirip de
zekâtını vermeyen, hayırlı ve yararlı işlerde
kullanmayanların ahirette şiddetli azap ile ceza göreceklerini
de haber vermektedir.
35. (Bu paralar) cehennem
ateşinde kızdırılıp bunlarla onların
alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı
gün (onlara denilir ki): «İşte bu kendiniz için
biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta
olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!»
36. Gökleri ve yeri
yarattığı günde Allah'ın yazısına
göre Allah katında ayların sayısı on iki
olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte
bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın
koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize
zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa
siz de onlara karşı topyekün savaşın ve
bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.
Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı zaman Ay’ın
hareketini öyle ayarladı ki ay sistemine göre bir yılda on
iki ay meydana geldi ve bir yıl 355 gün oldu. Bu ayların
isimleri şöyledir: Muharrem, safer, rabiülevvel, rabiülâhir,
cemâziyelevvel, cemâziyelâhir, receb, şaban, ramazan, şevval,
zilkade, zilhicce. Âyette işaret buyurulan «haram aylar»
zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarıdır ki, bu sûrenin
5. âyetinden de anlaşılacağı üzere bu aylarda
savaş yasaklanmıştır.
Cahiliye devrinde, birbiriyle çarpışmaya ve talana alışmış
olan Araplara fasılasız dört ay güvenlik ve sulh içinde
yaşamak çok ağır geliyordu. Onun için Hz. İbrahim
ve İsmail’den beri devam edegelen bu tertibi canlarının
istediği gibi bozmaya, mesela muharrem ayındaki hurmeti
safer ayına çevirmeye, diğer haram ayları da ileri
geri götürmeye başladılar. Bu hal hicretin 10. yılına
kadar devam etti. Veda Haccında Resûlullah (s.a.), ayların
o sene tam yerini bulduğunu açıkladı. 37. âyet bu
olayla ilgili olarak nâzil olmuştur.
37. (Haram ayları)
ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla,
kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının
sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını
helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl
helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece)
onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir.
Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
Resûlullah (s.a.), hicretin dokuzuncu yılında Bizans İmparatorluğu’nun
müslümanları imha etmek için 40.000 kişilik bir ordu hazırlayıp
savaşmak üzere sefere çıkardığını
haber aldı ve Bizans İmparatorluğu’na karşı
savaş ilân etti. Fakat münafıklar Resûlullah’ın
aleyhinde propaganda yaptılar, Bizans’a karşı savaş
ilân etmenin bir intihar olduğunu halk arasında yaydılar.
Yeni müslüman olmuş bazı kimseler bu propagandaya inandı
ve savaşa katılmak istemediler. Fakat Resûlullah ve ashâbın
gayretleriyle 30.000 kişilik müslüman ordusu hazırlandı
ve Tebük’e kadar gidildi. Düşman ordusu müslümanların
geldiğini duyunca kaçıp gitti. İşte bundan
sonraki âyetler, bu seferdeki müslümanların ve münafıkların
tutum ve davranışları hakkında nâzil olmuştur.
38. Ey iman edenler! Size
ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!»
denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz?
Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya
hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.
39. Eğer (gerektiğinde
savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem
verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka
bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir
zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.
40. Eğer siz ona (Resûlullah'a)
yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım
etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak
(Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı;
hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme,
çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah
ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz
bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı.
Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür,
hikmet sahibidir.
Hicret esnasında müşrikler tarafından ısrarla
takip edilen Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir ara Sevr
mağarasına sığınmışlardı. Müşriklerin
ayak seslerini duyuyorlardı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) korkmuştu.
Rivayete göre müşrikler, mağaranın girişindeki
örümcek ağı ve güvercin yuvasını görünce, içeride
kimse yoktur, diye bırakıp gittiler.
41. (Ey müminler!) Gerek
hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın,
mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
Âyet-i kerimede ifade edilen hafiflik ve ağırlıktan
maksat, şartlar ne olursa olsun, savaş kolay da olsa zor da
olsa, binekli de olsanız, yaya da olsanız; zayıf da
olsanız, kuvvetli de olsanız; zengin de olsanız, fakir
de olsanız; ihtiyar da olsanız, genç de olsanız savaşa
çıkınız demektir. Ancak daha sonra inen 91. âyetle
zayıflar, hastalar ve savaşta harcayacak bir şey
bulamayacak kadar fakir olanlar bu hükmün dışında bırakılmışlardır.
Resûlullah
Tebük seferine çıkarken münafıklar gelerek yalandan özür
beyan ettiler, savaşa çıkmak istemediler. Resûlullah da gönülsüz
savaşa çıkanlardan zaten hayır gelmeyeceğini
bildiği için onlara izin verdi. Bunun üzerine 42-53. âyetler nâzil
oldu.
42. Eğer yakın
bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar)
mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli
yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, «Gücümüz yetseydi
mutlaka sizinle beraber çıkardık» diye kendilerini
helâk edercesine Allah'a yemin edecekler. Halbuki Allah onların
mutlaka yalancı olduklarını biliyor.
43. Allah seni affetti.
Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları
bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?
44. Allah'a ve ahiret gününe
iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan
(geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ
sahiplerini pek iyi bilir.
45. Ancak Allah'a ve
ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp,
kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler.
46. Eğer onlar (savaşa)
çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık
yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını
çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara «Oturanlarla
(kadın ve çocuklarla) beraber oturun!» denildi.
47. Eğer içinizde
(onlar da savaşa) çıksalardı, size
bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı
ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı.
İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır.
Allah zalimleri gayet iyi bilir.
48. Andolsun onlar önceden
de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler
çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri
halde Allah'ın emri yerini buldu.
Münafıklar özellikle yeni müslüman olanları İslâm’dan
soğutmak, zor zamanlarda morallerini bozmak için hiç bir fırsatı
kaçırmazlardı.
Resûlullah
(s.a.) hayatta olduğu sürece onların bu çabaları
tesirsiz kalmış; Allah’ın yardımı,
Peygamber ve ashâbın ileri gelenlerinin gayretleri karşısında
münafıklar İslâm’ın gelişme ve yayılmasını
durdurma emellerinde muvaffak olamamışlardır.
49. Onlardan öylesi de
var ki: «Bana izin ver, beni fitneye düşürme» der.
Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir.
Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.
Münafıklardan bazıları, kadınlara çok düşkün
olduklarını, bu savaşa katılırlarsa Rum kızlarını
görünce nefislerine hakim olamayacaklarını, bunun da
kendileri için bir fitne olacağını öne sürerek
kendilerinin seferden bağışlanmalarını istemişlerdi.
50. Eğer sana bir
iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına
bir musibet gelirse, «İyi ki biz daha önce tedbirimizi
almışız» derler ve böbürlenerek dönüp
giderler.
51. De ki: Allah'ın
bizim için yazdığından başkası bize
asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler
yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.
52. De ki: Siz bizim için
ancak iki iyilikten birini beklemektesiniz. Biz de, Allah'ın,
ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap
vermesini bekliyoruz. Haydi bekleyin; şüphesiz biz de
sizinle beraber beklemekteyiz.
53. De ki: İster gönüllü
verin ister gönülsüz, sizden (sadaka) asla kabul olunmayacaktır.
Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz.
54. Onların
harcamalarının kabul edilmesini engelleyen, onların
Allah ve Resûlünü inkâr etmeleri, namaza ancak üşenerek
gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka bir
şey değildir.
55. (Ey Muhammed!) Onların
malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü
Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını
çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının
çıkmasını istiyor.
56. (O münafıklar)
mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler.
Halbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar (kılıçlarınızdan)
korkan bir toplumdur.
57. Eğer sığınacak
bir yer yahut (barınabilecek) mağaralar veya
(sokulabilecek) bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa
yönelip giderlerdi.
Rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) bir ganimeti bölüştürürken
Temîm oğullarından Zü’l-Huvaysıra adında
birisi, «Ya Resûlallah! Adaleti gözet» dedi. Bunun üzerine Resûlullah:
«Öyle mi! Ben de adaleti gözetmezsem artık kim adalet yapar?»
diye cevap verdi. İşte 58. âyet bununla ilgili olarak
indirildi.
58. Onlardan sadakaların
(taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır.
Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar,
şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar.
59. Eğer onlar Allah
ve Resûlünün kendilerine verdiğine razı olup, «Allah
bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek, Resûlü
de. Biz yalnız Allah'a rağbet edenleriz» deselerdi
(daha iyi olurdu).
60. Sadakalar (zekâtlar)
Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere,
(zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak
olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan)
kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana
mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.
61. (Yine o münafıklardan:)
O (Peygamber, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır,
diyerek peygamberi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için
bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah'a inanır,
müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir
rahmettir. Allah'ın Resûlüne eziyet edenler için mutlaka
elem verici bir azap vardır.
62. Rızanızı
almak için size (gelip) Allah'a and içerler. Eğer mümin
iseler Allah ve Resûlünü razı etmeleri daha doğrudur.
63. (Hâla) bilmediler mi
ki, kim Allah ve Resûlüne karşı koyarsa elbette onun
için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi
vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır.
64. Münafıklar,
kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere
indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz
şeyi ortaya çıkaracaktır.
65. Eğer onlara, (niçin
alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış
şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O'nun
âyetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?
Rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) Tebük seferine
giderken münafıklardan bir gurup Resûlullah hakkında: «Şu
adamın haline bakın, Şam saraylarını feth
etmek istiyor. O nerde, Şam saraylarını fethetmek
nerde!» diyerek onu küçümsediler ve hakkında dedikodu
ettiler. Durum Resûlullah’a vahiyle bildirildi. Münafıklar çağrılıp
kendilerine niçin böyle yaptıkları sorulduğunda inkâr
ettiler ve «Yolculuk zahmetini unutturmak için şakalaşıyorduk»
şeklinde yalan beyanda bulundular. İşte 65. âyet bu münafıklar
hakkında nâzil olmuştur.
66. (Boşuna) özür
dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir
oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak
bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap
edeceğiz.
67. Münafık
erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil),
birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor
ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttular. Allah da
onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların
kendileridir.
Allah’ın münafıkları unutmasından maksat,
onlardan yardımını, hidayetini ve rahmetini kesmesi, münafıklıkları
sebebiyle onları unutulmuş ve terkedilmiş bir vaziyette
bırakmasıdır. Buna göre, Allah’ın münafıkları
unutması mecazî manadadır. Zira Allah unutmaktan münezzehtir.
68. Allah erkek münafıklara
da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedî
kalacakları cehennem ateşini vâdetti. O, onlara
yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı
bir azap vardır.
69. (Ey münafıklar!
Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar
sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok
idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden
faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl
paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza
düşenden faydalandınız ve (bâtıla)
dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların
amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve
onlar ziyana uğrayanların kendileridir.
70. Onlara kendilerinden
evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim
kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin
haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık
mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi,
fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.
Âyette zikredilen kavimlere peygamberler mucizelerle geldiler. Fakat,
bu kavimler peygamberlerini yalanladılar. Allah Teâlâ da her
birini bir felâketle helâk etti: Nuh Peygamber kendi kavmine gönderildi.
Kavmi onu inkâr edince meşhur Nuh tufanında boğulup
helâk oldular. Âd kavmine Hûd Peygamber gönderildi. Onlar şiddetli
rüzgâr ile helâk oldu; Semûd kavmine Sâlih Peygamber gönderildi.
Onlar da depremle helâk oldular. Hz. İbrahim’in kavmi ise
sinekle helâk oldu; Medyen halkına Şuayb Peygamber gönderilmişti,
onlar ateşle helâk oldular; şehirleri alt üst olarak helak
olan kavim ise Lût Peygamberin kavmidir.
71. Mümin erkeklerle mümin
kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği
emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru
kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat
ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz
Allah azîzdir, hikmet sahibidir.
İctimaî şuur, fertlerin dinî ve ahlâkî kusurları ve
kötülükleri karşısında da duyarlı olmak
zorundadır. Nitekim, 71. âyette, kadın olsun erkek olsun müminlerin,
birbirlerine iyiliği emredip kötülükten alıkoymalarının,
aralarındaki velayet bağı ve kardeşliğin
zaruri bir sonucu olduğuna işaret edilmiştir. Bu görev
ve yetki cinsiyet farkı gözetmeden İslâm toplumunun bütün
fertlerine verilmiştir.
72. Allah, mümin
erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere
altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde
güzel meskenler vâdetti. Allah'ın rızası ise
hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da
budur.
Allah Teâlâ, iman edip güzel ameller işleyenlere, yukarıdaki
âyette ve daha birçok başka âyetlerde çeşitli cennet
nimetleri va’detmiştir. Fakat bu âyet Allah rızâsının,
bütün mükâfatlardan daha üstün olduğunu bildirmekte ve böylece
dinî ve ahlâkî vazifelerin en yüksek gâyesinin «Allah rızası»
olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü, diğer cennet
nimetleri daha ziyade bedenî ve hissî taleplerimiz olduğu halde
Allah rızası rûhumuzun talebi ve özlemidir.
73. Ey Peygamber! Kâfirlere
ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı
sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne
kötü bir varış yeridir!
Resûlullah (s.a.), Tebük’de düşmanı beklerken kendisine
vahiyler geliyor ve O, savaştan geri kalanları devamlı
olarak ayıplıyordu. Celâs b. Süveyd adındaki bir münafık
dedi ki: «Eğer Muhammed’in kardeşlerimiz için söyledikleri
doğru ise, eşeklerden alçak olalım!» Bu sözü işiten
Âmir b. Kays, derhal cevap verdi: «Muhammed muhakkak doğru söylüyor.
Siz ise eşeklerden alçaksınız!» Resûlullah
Medine’ye dönünce, Âmir durumu Peygamber’e arzetti... Celâs:
«Bana iftirâ ediyor» diyerek söylediklerini inkâr etti. Resûlullah
her ikisinin de minberin önünde yemin etmelerini emretti. Her ikisi
de kendilerinin doğru olduklarına dair yemin ettiler. Ancak
Âmir yeminden sonra ellerini kaldırarak, «Yâ Rab, doğru söyleyeni
tasdik, yalancıyı tekzib eden bir âyeti Peygamber’ine gönder»
diye dua etti; Resûlullah ile diğer müminler de, «Âmin»
dediler. Hemen 74. âyet nâzil oldu. Celâs, suçunu itiraf ve tevbe
etti.
74. (Ey Muhammed! O sözleri)
söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür
sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir
oldular. Başaramadıkları bir şeye
(Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah
ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği
için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe
ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse
Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba
çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne
de yardımcısı vardır.
Medinelilerin bir kısmı fakir idi. Resûlullah geldikten
sonra zenginleştiler. Sonra da münafıklar nankörlük edip
Peygamber’e kötülük etmeye kalkıştılar.
75. Onlardan kimi de, Eğer
Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz
ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah'a and
içti.
76. Fakat Allah lütfundan
onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın
emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.
77. Nihayet, Allah'a
verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden
dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları
güne kadar onların kalbine nifak (iki yüzlülük) soktu.
78. (Münafıklar),
Allah'ın, onların sırrını da fısıltılarını
da bildiğini ve gaybları (gizli şeyleri) çok iyi
bilen olduğunu hâla anlamadılar mı?
79. Sadakalar hususunda,
müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden
başkasını bulamayanları çekiştirip
onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları
maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici azap
vardır.
Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy, ölüm hastalığına
yakalandığı zaman oğlu Abdullah, Resûlullah
(s.a.)’a gelerek babası için istiğfâr etmesini istedi.
Abdullah hâlis bir müslüman olduğu için Resûlullah onun hatırını
kırmadı ve babasının affı için Allah’a dua
etti. Bunun üzerine 80. âyet nâzil oldu.
80. (Ey Muhammed!) Onlar
için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez
af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların
Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar
topluluğunu hidayete erdirmez.
81. Allah'ın Resûlüne
muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp)
oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla
Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; «bu sıcakta
sefere çıkmayın» dediler. De ki: «Cehennem ateşi
daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!
82. Artık kazanmakta
olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!
İşledikleri günahların ahiretteki cezası şiddetlidir.
Onun için onların gülmeleri değil ağlamaları
gerekir.
83. Eğer Allah seni
onlardan bir gurubun yanına döndürür de (Tebük
seferinden Medine'ye döner de başka bir savaşa
seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse, de
ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana
karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız!
Çünkü siz birinci defa (Tebük seferinde) yerinizde kalmaya
razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadın ve
çocuklarla) beraber oturun!
84. Onlardan ölmüş
olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında
da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve
fâsık olarak öldüler.
85. Onların malları
ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla
ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı
ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle
çıkmasını istiyor.
86. «Allah'a inanın,
Resûlü ile beraber cihad edin» diye bir sûre indirildiği
zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve:
Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım,
dediler.
87. Geride kalan kadınlarla
beraber olmaya razı oldular, onların kalplerine mühür
vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar.
Yani münafıklıkları sebebiyle basiretleri bağlanmış
olan ve bu yüzden, gazilerle birlikte olmak yerine, kadınlar, çocuklar
ve âcizlerle birlikte evlerinde kalmayı tercih eden bu insanlar,
hakkın gerçekleşmesi ve kötülüğün ortadan kaldırılması
uğruna savaşmanın önemini anlamazlar.
88. Fakat Peygamber ve
onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad
ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır
ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.
Âyette geçen «bütün hayırlar»dan maksat, hakkın
zaferi, hakimiyeti ve bu uğurda savaşanların elde
ettikleri dünyevî ve uhrevî nimetlerdir.
89. Allah, onlara içinde
ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan
cennetler hazırlamıştır. İşte büyük
kazanç budur.
90. Bedevîlerden,
(mazeretleri olduğunu) iddia edenler, kendilerine izin
verilsin diye geldiler. Allah ve Resûlüne yalan söyleyenler
de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici
bir azap erişecektir.
91. Allah ve Resûlü için
(insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara,
hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey
bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir
yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve
çok esirgeyendir.
Hasta, zayıf ve fakirler memleketlerinde kaldıklarında
fitneye meydan vermez, yalan haberler yaymaz, savaşa katılan
mücahitlerin ailelerine yardımcı olur ve güzel amel işlerlerse,
savaşa katılmadıklarından ötürü onlara bir günah
yoktur. Ancak bunların savaşa katılmalarının
yasak olduğuna dair herhangi bir emir de yoktur. Bu sınıflardan
biri, geri hizmetlerde çalışmak üzere ve orduya yük
olmamak şartıyla savaşa katılabilirler.
92. Kendilerine binek sağlaman
için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum,
deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından
dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen
kimselere de (sorumluluk yoktur).
Ashâb-ı kiramdan, çok fakir olan bir gurup Tebük seferine katılmak
istemiş fakat yiyecek, giyecek ve binek bulamamışlardı.
Bunları temin etmesi için Peygamber (s.a.)’e baş
vurdular. O da onları bindirip sevkedecek bir şey bulamadığını
bildirince, üzüntülerinden ağlayarak geri döndüler.
İşte 92. âyette bunlara işaret edilmektedir.
93. Sorumluluk ancak,
zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü
onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı
oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık
onlar (neyin doğru olduğunu) bilmezler.
94. (Seferden) onlara döndüğünüz
zaman size özür beyan edecekler. De ki: (Boşuna) özür
dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah,
haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi
Allah da görecektir, Resûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni
bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı
size haber verecektir.
95. Onların yanına
döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları
cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler.
Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.
Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık
ceza olarak varacakları yer cehennemdir.
Bu âyette, hali vakti yerinde olduğu halde sırf korkularından
ve dine karşı sadakatsizliklerinden dolayı savaşa
katılmayan, sonra da Allah adına yemin ederek asılsız
mazeretler ileri süren münafıkların «murdar» oldukları
ifade buyurulmuştur. Çünkü münafık samimiyetsizdir; ne mümin
gibi imanını açıkça ortaya koyabilir, ne de kâfir
gibi küfrünü ilân eder. O şahsiyetsiz ve dengesizdir. Âdi
menfaatleri için her renge girer. İşte Kur’an’ın
«murdar» dediği, bu iğrenç tabiat ve kötü ahlâktır.
96. Onlardan razı
olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan
razı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan
asla razı olmaz.
97. Bedevîler, kâfirlik
ve münafıklık bakımından hem daha beter,
hem de Allah'ın Resûlüne indirdiği kanunları
tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi
bilendir, hikmet sahibidir.
98. Bedevîlerden öylesi
vardır ki (Allah yolunda) harcayacağını
angarya sayar ve sizin başınıza belâlar
gelmesini bekler. (Bekledikleri) o kötü belâ kendi başlarına
gelmiştir. Allah pek iyi işiten, çok iyi bilendir.
99. Bedevîlerden öylesi
de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, (hayır
için) harcayacağını Allah katında yakınlığa
ve Peygamber'in dualarını almaya vesile edinir.
Bilesiniz ki o (harcadıkları mal, Allah katında)
onlar için bir yakınlıktır. Allah onları
rahmetine (cennetine) koyacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayan,
esirgeyendir.
100. (İslâm dinine
girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara
güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı
olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır.
Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır. İşte
bu büyük kurtuluştur.
101. Çevrenizdeki bedevî
Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar
vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır.
Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki
kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba
itileceklerdir.
Bir takım münafıklar iki yüzlülükte o derece maharet
kazanmışlardı ki, keskin zekâ ve ferasetine rağmen
Peygamber (s.a.), onların münafık olduklarını
sezemiyordu. Ancak Allah’tan bir vahiy gelirse o zaman durumlarını
anlıyordu. Çünkü münafıklar, kendilerine gelebilecek en
ufak tenkit noktalarını biliyor ve ona göre davranıyorlardı.
102. Diğerleri ise günahlarını
itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar.
(Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul
eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek
esirgeyendir.
Tebük seferinden geri kalan bir gurup, hatalarını anlayıp
pişman olduktan sonra, kendilerini caminin direklerine bağladılar
ve Allah Resûlü çözmedikçe kendilerini çözmeyeceklerine yemin
ettiler. Resûlullah (s.a.) seferden döndükten sonra onların
durumunu öğrenince, buyurdu ki: Haklarında emir alıncaya
kadar ben de onları çözmeyeceğime yemin ederim. Sonra bu
âyet inince onları çözdü.
103. Onların mallarından
sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları
arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü
senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır).
Allah işitendir, bilendir.
104. Allah'ın,
kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları
geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tevbeyi çok kabul
eden ve pek esirgeyen olduğunu hâla bilmezler mi?
105. De ki: (Yapacağınızı)
yapın! Amelinizi Allah da Resûlü de müminler de görecektir.
Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz
de O size yapmakta olduklarınızı haber
verecektir.
106. (Sefere katılmayanlardan)
diğer bir gurup da Allah'ın emrine bırakılmışlardır.
O, bunlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder. Allah çok
bilendir, hikmet sahibidir.
Allah Teâlâ savaştan geri kalanları üç guruba ayırdı:
1-
Münafıklığı kendilerine huy edinenler.
2-
Günahlarını itiraf ettikten sonra tevbe edip üzüntülerini
açıklayan ve bu uğurda mallarını feda edenler.
3-
Ne itiraf, ne de tevbe edenlerdir ki bunlar hakkında 118. âyet nâzil
olmuştur.
Medine’de İslâm’dan önce Ebu Âmir isminde birisi hıristiyan
papazı olmuş ve Resûlullah’ın peygamberliğine
haset ederek Uhud ve Huneyn’de ona karşı savaşmıştı.
Bu adam müşriklerin mağlubiyeti üzerine ümit keserek
Şam’a kaçtı. Oradan münafıklara, «Elinizden geldiği
kadar silahlanın, hazırlanın ve benim için bir mabet
yapın. Ben Rum Kayseri’ne gidiyorum, oradan büyük bir ordu
ile gelip Muhammed ve arkadaşlarını sürüp çıkaracağım»
diye haber gönderdi. Münafıklar da Kuba Mescidi’nin cemaatini
bölmek, müminler arasına nifak sokmak ve adı geçen papaza
bir mabet hazırlamak maksadıyla bir mescit yaptılar.
Resûlullah Tebük seferinden dönünce, yaptıkları mescitte
namaz kılması için onu dâvet ettiler. Resûlullah dâveti
kabul edip gitmeye hazırlanırken bu âyet indi.
107. (Münafıklar
arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı)
inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak
ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış
olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla)
iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin
edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların
kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.
108. Onun içinde asla
namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan
mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur.
Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok
temizlenenleri sever.
109. Binasını
Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha
hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak
bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de
çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler
topluluğunu doğru yola iletmez.
110. Yaptıkları
bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine
devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır.
Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.
111. Allah müminlerden,
mallarını ve canlarını, kendilerine
(verilecek) cennet karşılığında satın
almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar,
öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve
Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü
yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış
olduğunuz bu alış verişinizden dolayı
sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.
Mekke’de Akabe biatı sırasında, ensardan 70 kişi
Resûlullah’a biat ederlerken, içlerinden Abdullah b. Revaha, «Yâ
Resûlellah! Rabbin ve senin için şartların nedir?» demişti.
Resûlullah buyurdu ki: «Rabbim için şartım O’na ibadet
etmeniz, O’na hiçbir eş tutmamanızdır; kendi hakkımdaki
şartım da canlarınızı ve mallarınızı
nasıl müdafaa ediyorsanız beni de öyle savunmanızdır.
Tekrar soruldu: «Böyle yaparsak bize ne vardır?» Resûlullah
«Cennet vardır» diye cevap verdi. Onlar da «Ne kârlı alış
veriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz» dediler.
İşte bu âyet bunlar hakkında nâzil oldu.
112. (Bu alış
verişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler,
hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler,
iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın
sınırlarını koruyanlardır. O müminleri
müjdele!
Âyette geçen «es-sâihûn» oruç tutanlar olduğu gibi, cihad
edenler ve yeryüzünde Allah’ın kudretini, güzel eserlerini
ve ibret alınacak şeyleri görmek, bilgi kazanmak veya gönlünce
ibadet ve taatını yapabilmek için seyahat edenler manasını
da ifade etmektedir.
113. (Kâfir olarak ölüp)
cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan
sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) ortak koşanlar için
af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.
Rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) amcası Ebû
Talip için Allah’tan mağfiret dilemek istemiş, bunun üzerine
113. âyet inmiştir.
Daha önce de İbrahim Peygamber, babasının affı için
Allah’a dua edeceğine dair babasına söz vermiş ve
Allah’tan onun affını dilemişti. Fakat babasının
Allah düşmanı olduğunu anlayınca dua etmeyi bıraktı.
114. âyet de onunla ilgilidir.
114. İbrahim'in
babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden
dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı
olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı.
Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek
sabırlı idi.
115. Allah bir topluluğu
doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri
kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak
değildir. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
Bu âyette, müşriklerin affı
için dua etmenin yasak olduğu bildirilmeden önce, bunu
yapanların ve haram olan şeyleri, yasak emri gelmeden önce
yapmış olanların sorumlu tutulmayacağı,
sorumluluğun ancak hükümlerin açıkça bildirilmesinden
sonra gerçekleşeceği ifade edilmektedir.
116. Göklerin ve yerin mülkü
yalnız Allah'ındır. O diriltir ve öldürür.
Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı
vardır.
117. Andolsun ki Allah, müslümanlardan
bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra,
Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle
ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul
etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek
merhametlidir.
Peygamberimiz Tebük seferine çıkarken, münafıklar gelip
yalandan özür beyan ederek izin istediler, o da onlara izin verdi.
Bu hususta 43. âyet indi ve Allah Teâlâ Peygamber’i ikaz etti. Münafıkların
propagandasına aldanan bazı müslümanların da kalbine
tereddüt düşmüştü. Sonradan onlar da tevbe ettiler.
Tebük seferine katılmayanlar arasında Ka’b b. Mâlik, Hilâl
b. Ümeyye ve Memâre b. Râbiîn adlı sahâbîler de vardı
ki, tefsircilere göre bu âyette işâret edilen 3 kişi
bunlardır.
118. Ve (seferden) geri bırakılan
üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine
rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini
sıktıkça sıkmıştı. Nihayet
Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan
başka çare olmadığını anlamışlardı.
Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların
tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden,
pek esirgeyendir.
119. Ey iman edenler!
Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun.
120. Medine halkına
ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara Allah'ın
Resûlünden geri kalmaları ve onun canından önce
kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz.
İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa,
bir yorgunluğa ve bir açlığa dûçar olmaları,
kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana
karşı bir başarı kazanmaları, ancak
bunların karşılığında kendilerine
salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah
iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.
121. Allah onları,
yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak
için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri
her vâdi mutlaka onların lehine yazılır.
Tebük seferine katılmayanlar hakkında şiddetli âyetler
inince, bundan sonraki seferlere müslümanlar topyekün katılmaya
başladılar. Sefer esnasında Resûlullah Medine’de
yalnız kalıyordu. Bunun üzerine 122. âyet nâzil oldu.
122. Müminlerin hepsinin
toptan sefere çıkmaları doğru değildir.
Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde)
geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde
onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur
ki sakınırlar.
Bu âyetten anlaşıldığına göre, bir milletin
topyekün savaşa çıkması doğru değildir.
Savaş durumunda toplumun silah kullanabilen bir kısmı
silah altına alınırken, bir kısmı da ilmî
faaliyetleri devam ettirmelidir. Özellikle dinî ilimlerde toplumun
ihtiyacını karşılayacak seviyede ilim adamları
yetiştirilmelidir ki toplumu aydınlatıp, Allah’ın
emir ve yasaklarını toplum fertlerine öğretsinler.
Ancak, âyette geçen din ve dinî ilimler dar manada anlaşılmamalıdır.
Çünkü İslâm, aynı zamanda siyasî, ictimaî ve iktisadî
hayatı düzenlediğine göre, bu anlamdaki ilimler de dinî
ilimler sayılır.
Savaş
uzun süre devam edebilir. Toplumun ayakta durabilmesi için din ve
ilim adamlarının iman, bilgi ve teknik bakımdan savaşan
zümreyi beslemeleri ve desteklemeleri gerekir. Bir millet, ilim ve
teknik alanında geri kalmışsa, askerî alanda kuvvetli
dahi olsa çabuk çöker. Ama ilim ve teknikte ileri gitmiş
milletler, askerî alanda zayıf bile olsalar, noksanlarını
çabuk telâfi edebilirler. Bu sebeple cephedeki cihadı bilim ve
teknoloji ile destekleyen ve tamamlayan bilim adamlarının
cihadı daha önemli görülmüştür.
İslâm
dini, prensip olarak sulhtan yanadır. Nitekim Nisâ sûresinin
128. âyetinde, «Sulh daha hayırlıdır» buyurulmuştur.
Fakat 123. âyet, dinin ve devletin güvenliğini garanti altına
almak için gayri müslim komşulardan gelen zararları
bertaraf etmeyi ve onların karşısında tecâvüze
cesâret edemeyecekleri şekilde güçlü ve metîn olmayı
emretmektedir.
123. Ey iman edenler! Kâfirlerden
yakınınızda olanlara karşı savaşın
ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar.
Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.
124. Herhangi bir sûre
indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: «Bu
sizin hanginizin imanını artırdı?» İman
edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını
artırır ve onlar sevinirler.
125. Kalplerinde hastalık
(kâfirlik ve münafıklık) olanlara gelince, onların
da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar
artık kâfir olarak ölürler.
126. Onlar, her yıl
bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan
edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar
ne de ibret alıyorlar.
127. Bir sûre indirildiği
zaman, (göz kırpıp alay ederek) birbirlerine bakar
(ve): (Çevreden) sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar, sonra
da (sıvışıp) giderler. Anlamayan bir kavim
oldukları için Allah onların kalplerini (imandan) çevirmiştir.
128. Andolsun size
kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya
uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok
düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir,
merhametlidir.
Allah
Teâlâ bu âyette kendi isimlerinden olan, «raûf=çok şefkatli
ve rahîm=pek merhametli sıfatlarını Peygamberimize de
vermiştir ki, önceki peygamberlerden hiçbiri bu sıfatların
ikisine birden mazhar olamamıştır.
129. (Ey Muhammed!) Yüz
çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh
yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın
sahibidir.
|