Mekke’de nâzil olmuştur, 54 âyettir. Yalnız
6. âyeti Medine’de inmiştir. Sûre adını, Yemen’de
bir bölge veya kabile ismi olan Sebe’ kelimesinin geçtiği 15.
âyetten alır.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Hamd, göklerde ve
yerde bulunanların hepsinin sahibi olan Allah'a mahsustur.
Ahirette de hamd O'na mahsustur. O, hikmet sahibidir, (her
şeyden) haberi olandır.
2. Yerin içine gireni ve
ondan çıkanı, gökten ineni, oraya çıkanı
bilir. O, esirgeyendir, bağışlayandır.
3. İnkârcılar:
Kıyamet bize gelmeyecek, dediler. De ki: Hayır! Gaybı
bilen Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde
ve yerde zerre miktarı bir şey bile O'ndan gizli
kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz,
apaçık kitaptadır (yazılıdır).
4. Allah, inanıp iyi
işler yapanları mükâfatlandırmak için (her
şeyi açık bir kitapta tesbit etmiştir). Onlar için
büyük bir mağfiret ve güzel bir rızık vardır.
5. Âyetlerimizi hükümsüz
bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar
için de, en kötüsünden, elem verici bir azap vardır.
6. Kendilerine bilgi
verilenler, Rabbinden sana indirilenin (Kur'an'ın) gerçek
olduğunu bilir; onun, mutlak galip ve övgüye lâyık
olan (Allah'ın) yoluna ilettiğini görürler.
Bilgi verilenlerin, sahâbe-i kiram ve onların
izinden giden müminler veya Abdullah b. Selâm ve arkadaşları
gibi ehl-i kitabın âlimleri olduğu açıklanmıştır.
Bu sıralamaya Kur’an ve Hz. Peygamber hakkında olumlu ve gerçekçi
tutum izleyen objektif ilim adamları da katılabilir.
7. Kâfir olanlar (kendi
aralarında) şöyle dediler: Çürüyüp paramparça
olduğunuz vakit yeniden dirileceğinizi söyleyerek
haber veren kişiyi gösterelim mi?
8. «Acaba o, yalan yere
Allah'a iftira mı etmiştir? Yoksa onda delilik mi var?»
(dediler). Hayır! Ahirete inanmayanlar azaptadırlar ve
derin bir sapıklık içindedirler.
9. Onlar, gökte ve yerde
önlerine ve arkalarına bakmıyorlar mı? Dilesek
onları yere batırırız, ya da üzerlerine gökten
parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda (Rabbine) yönelen
her kul için bir ibret vardır.
10. Andolsun, Davud'a
tarafımızdan bir üstünlük verdik. «Ey dağlar
ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin» dedik. Ona demiri
yumuşattık.
Hz. Davud’a verilen üstünlük, peygamberlik,
kitap, saltanat, güzel ses ve benzeri birçok meziyetlerdir.
11. Geniş zırhlar
imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Davud hanedanı!)
İyi işler yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı
görmekteyim, diye (vahyettik).
12. Sabah gidişi bir
aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık
mesafe olan rüzgârı da Süleyman'a (onun emrine) verdik
ve onun için erimiş bakırı kaynağından
sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı,
onun önünde çalışırdı. Onlardan kim
emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdık.
13. Onlar Süleyman'a
kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden,
sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi!
Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!
14. Süleyman'ın ölümüne
hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini
yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca
anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük
düşürücü azap içinde kalmazlardı.
Süleyman (a.s.) irtihal edince, nâşının
uzun süre asasına dayanarak ayakta kaldığı anlaşılmaktadır.
Cinler için «küçük düşürücü azap» tabiri, güç işlerde
çalıştıkları için kullanılmıştır.
Hz. Süleyman’ın ölümünü anlamadıkları için hayatında
olduğu gibi, yorucu işlere ölümünden sonra da bir süre
daha devam etmişlerdi. Buradan cinlerin gaybı bilmediği
anlaşılmaktadır.
15. Andolsun, Sebe' kavmi
için oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. Biri
sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı.
(Onlara:) Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin.
İşte güzel bir memleket ve çok bağışlayan
bir Rab!
Sebe’, Yemen’de büyük bir şehrin ve
orada yaşayan kavmin ismidir. Bu şehir, Neml sûresinde
(27/23-44) kendisinden söz edilen melike Belkıs’ın hükmettiği
ülkenin başkenti idi. Kurucusu Sebe’ olduğu için, belde ve
halkı onun adıyla anılmıştır.
16. Ama onlar yüz çevirdiler.
Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki
bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı
ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki (harap)
bahçeye çevirdik.
Arim seli, Sebe’ kavmini cezalandırmak üzere
meydana getirilen, şiddetli yağmurun sebep olduğu ve büyük
göçlere yol açan bir sel felâketidir.
17. Nankörlük ettikleri
için onları böyle cezalandırdık. Biz nankörden
başkasını cezalandırır mıyız!
18. Onların yurdu
ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında,
kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında
yürümeyi konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri
korkusuzca gezin dolaşın, dedik.
Yemen-Suriye yolu üzerinde birbirine yakın,
kolayca bulunan ve konaklama ihtiyaçlarına cevap veren kasabalara
işaret edilmiştir.
19. Bunun üzerine: Ey
Rabbimiz! Aralarında yolculuk yaptığımız
şehirlerin arasını uzaklaştır, dediler
ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, ibret kıssaları
haline getirdik ve onları büsbütün parçaladık.
Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden
herkes için ibretler vardır.
20. Andolsun İblis,
onlar hakkındaki tahminini doğruya çıkardı.
İnanan bir zümrenin dışında hepsi ona
uydular.
21. Halbuki şeytanın
onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı,
şüphe içinde kalandan ayırdedip bilelim diye (ona bu
fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi
koruyandır.
22. (Müşriklere) de
ki: Allah'tan başka tanrı saydığınız
şeyleri çağırın! Onlar ne göklerde ne de
yerde zerre ağırlığınca bir şeye
sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı
yoktur, Allah'ın onlardan bir yardımcısı da
yoktu.
23. Allah'ın
huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının
şefâati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden
korku giderilince: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak
olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür.
Âyette şefâat için izin çıkınca,
şefâat edenlerle kendilerine şefâat edileceklerin karşılıklı
konuşmalarına işaret edilmektedir.
24. (Resûlüm!) De ki: Göklerden
ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah! O
halde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde
veya açık bir sapıklık içindedir.
25. De ki: Bizim işlediğimiz
suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden
sorulacak değiliz.
26. De ki: Rabbimiz
hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir.
O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla
bilendir.
27. De ki: O'na (Allah'a)
kattığınız ortaklarınızı bana
gösterin. Hayır! Bilakis, yegâne galip ve her şeyi
hikmetle idare eden ancak Allah'tır.
28. Biz seni bütün
insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik;
fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
29. Eğer sözünüzde
doğru iseniz bu vâdettiğiniz (kıyamet) ne zaman
kopacak? derler.
30. De ki: Size öyle bir
gün vâdedilmiştir ki, ondan ne bir saat geri
kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.
31. Kâfir olanlar
dediler ki: Biz hiçbir zaman bu Kur'an'a ve bundan önce gelen
kitaplara inanmayacağız. Sen o zalimleri, Rablerinin
huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken
bir görsen! Zayıf sayılanlar, büyüklük
taslayanlara: Siz olmasaydınız, elbette biz inanan
insanlar olurduk, derler.
Mekke kâfirleri, ehl-i kitaba Resûlullah’ı
sorduklarında ehl-i kitap: Onun vasfını kitaplarda
bulursunuz, demişler, bunun üzerine kâfirler öfkelenerek, inkârlarını
böyle ifade etmişlerdir.
32. Büyüklük
taslayanlar, zayıf sayılanlara (kıyamet gününde):
Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik?
Bilakis siz suç işliyordunuz, derler.
33. Zayıf sayılanlar
da büyüklük taslayanlara: Hayır! Gece gündüz (işiniz)
tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkâr
etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı bize
emrederdiniz, derler. Artık azabı gördüklerinde, için
için yanarlar; biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir
halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları
yüzünden cezalandırılırlar.
34. Biz hangi ülkeye bir
uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı
ve şımarık kişileri: Biz, size gönderilmiş
olan şeyi inkâr ediyoruz, demişlerdir.
35. Ve dediler ki: Biz
malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak
da değiliz.
36. De ki: Rabbim, dilediğine
bol rızık verir ve (dilediğinden) kısar;
fakat insanların çoğu bilmezler.
37. Sizi huzurumuza yaklaştıracak
olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız.
İman edip iyi amelde bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının
kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar (cennet)
odalarında güven içindedirler.
38. Âyetlerimizi boşa
çıkarmaya çalışanlara gelince, onlar da azapla
yüz yüze bırakılacaklardır.
39. De ki: Rabbim, kullarından
dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden
de) kısar. Siz hayıra ne harcarsanız, Allah onun
yerine başkasını verir. O, rızık
verenlerin en hayırlısıdır.
40. O gün Allah, onların
hepsini toplayacak; sonra meleklere: Size tapanlar bunlar mıydı?
diyecek.
41. (Melekler de:) Sen yücesin,
bizim dostumuz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı.
Çoğu onlara inanmıştı; diyecekler.
42. Bugün birbirinize ne
fayda, ne de zarar vermeye gücünüz yeter. Biz zalim olanlara,
yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın!
diyeceğiz.
43. Onlara apaçık
âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: Bu, sizi
babalarınızın taptığı (putlardan)
çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir.
Ve yine bu (Kur'an) da uydurulmuş bir yalandan başka
bir şey değildir, dediler. Hak kendilerine geldiğinde
onu inkâr edenler de: Bu, apaçık bir büyüden başka
bir şey değildir, dediler.
44. Halbuki biz onlara
okuyacakları kitaplar vermediğimiz gibi senden önce
onlara bir uyarıcı (peygamber) de göndermemiştik.
45. Onlardan öncekiler
de (peygamberlerini) inkâr etmişlerdi. Bunlar, öncekilere
verdiklerimizin onda birine erişmemişlerdi. (Böyle
iken), peygamberimi yalanladılar; ama benim karşılık
olarak verdiğim nasıl olmuştu!
46. (Resûlüm! Onlara)
de ki: Size bir tek öğüt vereceğim: İkişerli
olarak, teker teker Allah'a yönelin ve düşünün! Arkadaşınızda
(peygamberde) hiçbir delilik yoktur! O ancak şiddetli bir
azap gelip çatmadan evvel sizi uyaran bir peygamberdir.
Kur’an-ı Kerim, sosyal ve psikolojik baskılar
altında peygamberi inkâr edenleri, tek başlarına düşünerek
ve karşılıklı tartışarak peygamber hakkında
hüküm vermeye davet ediyor. Zira çoklarının inkârı,
çevrenin mânevî baskısından ileri geliyordu.
47. De ki: Ben sizden bir
ücret istemişsem, o sizin olsun. Ücretim yalnız
Allah'a aittir. O, her şeye şahittir.
48. De ki: Kuşkusuz,
Rabbim gerçeği ortaya koyar. Çünkü O, gaybı çok
iyi bilendir.
49. De ki: Hak geldi; artık
bâtıl ne bir şeyi başlatabilir ne de geri
getirebilir.
50. De ki: Eğer
(haktan) saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer
doğru yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği (Kur'an)
sayesindedir. Şüphesiz O, işitendir, yakındır.
51. (Resûlüm!) Telaşa
düştükleri zaman, bir görsen! Artık kurtuluş
yoktur, yakın bir yerden yakalanmışlardır.
Kâfirlerin telaşa düştükleri zaman,
ölüm anı, kabirden kalkış vakti veya Bedir savaşı
vakti olarak anlaşılmıştır. Yakın bir
yerden yakalanmaları da, topraktan mezara, mahşerden
cehenneme, Bedir sahrasından savaş alanı olan kuyuya götürülmeleriyle
tefsir edilmiştir.
52. (İş işten
geçtikten sonra:) «Ona inandık» demişlerdir, ama
uzak yerden (dünya hayatı gelip geçtikten sonra) imana
kavuşmak onlar için nasıl mümkün olur?
53. Halbuki daha önce
onu (hakkı) inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb
hakkında atıp tutuyorlardı.
54. Artık, bundan önce
benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle
arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir.
Şüphesiz onlar, kendilerini endişeye düşüren
bir korku içindeydiler.
İnkâr edenlerin o gün ahirette arzu
ettikleri şey, o günkü imanlarının faydasını
görmek, böylece ateşten kurtulmak, cennete kavuşmak veya
tekrar dünyaya gönderilip iyi davranışlarda bulunmak gibi boş
temennilerdir.
|