17. âyeti hariç, sûrenin tamamı Mekke’de
nâzil olmuştur. 60 âyettir. İranlılarla yapılan
savaşta yenilmiş olan Rumların (Bizanslıların)
tekrar galip gelecekleri anlatıldığından, sûreye bu
isim verilmiştir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Elif. Lâm. Mîm.
2, 3, 4, 5. Rumlar,
(Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde
yenilgiye uğradılar. Halbuki onlar, bu yenilgilerinden
sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde
sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler de Allah'ın
yardımıyla sevineceklerdir. Allah, dilediğine
yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir.
Ehl-i kitap olan Bizanslılar, mecusî İranlılar
tarafından mağlup edilmişti. Mekke müşrikleri bu
sonuca çok sevindiler ve müslümanlara: «Eğer Allah, sizin dediğiniz
gibi yegâne galip olsaydı, ehl-i kitaptan olan Bizanslıları
üstün getirirdi» gibi şımarıkça sözler söylemeye başladılar.
Bunun üzerine Kur’an, bir mucize olarak, gelecekteki bir sonucu haber
verdi: 3 ilâ 9 yıl içinde, Bizanslılar İranlılara
galebe çalacak ve müminler sevineceklerdi. Nitekim 624 yılında
Bizanslılar İran’a girdiler. Bundan başka, aynı yıl
müslümanlar Bedir’de önemli zaferler elde ettiler.
6. (Bu) Allah'ın vâdettiğidir.
Allah vâdinden caymaz; fakat insanların çoğu
bilmezler.
Nitekim Hz. Ebubekir (r.a.) Allah’ın bu gerçek
vâdine candan inanarak mecûsî İranlıların galibiyetine
sevinen müşriklere, «Allah sizin sevincinizi fazla sürdürmeyecek;
çünkü O, birkaç sene içinde Rumların tekrar galip
geleceklerini haber verdi» deyince, müşriklerden Ubey b. Halef
bahse girişmeyi teklif etti. On deve üzerine ve üç yıl içinde
Rumların galip gelip gelmeyeceği konusunda bahisleştiler.
Hz. Ebubekir, olup biteni Cenab-ı Peygamber’e anlatınca
Efendimiz (s.a.), «bid’ (birkaç) sene» sözünün 3 ile 9 sene arasında
bir süreyi ifade ettiğini, bu sebeble, süreyi de deve sayısını
da üç katına çıkarmasını teklif etti. Bu sefer, 9
sene içinde Rumların galip geleceğine dair 100 deve üzerine
bahsi yenilediler. Gerçekten -Tirmizî’nin Sahih’inde belirtildiğine
göre- Bedir savaşına tesadüf eden günlerde Rumlar İranlılara
karşı yaptıkları savaşta galip geldiler, böylece
Allah’ın vâdi gerçekleşti; Hz. Ebubekir de Übey b.
Halef’in varislerinden, kazandığı develeri alarak
Peygamber (s.a.)in tavsiyesi uyarınca fakirlere dağıttı.
7. Onlar, dünya hayatının
görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen
gafildirler.
8. Kendi kendilerine,
Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında
bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için
yarattığını hiç düşünmediler mi?
İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı
gerçekten inkâr etmektedirler.
9. Onlar, yeryüzünde
gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice
olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden
daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp alt-üst etmişler,
onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi.
Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi.
Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi
kendilerine zulmetmekteydiler.
Âyette, su ve maden çıkarmak ya da ekip
dikmek için toprağı işleyen ve bayındır
beldeler meydana getiren, sonra da, inkârcılıkları yüzünden
Allah’ın gazabına uğrayan Âd ve Semûd gibi, eski
kavimlere işaret edilmekte ve onların kalıntılarına
bakılıp ibret alınması öğütlenmektedir.
10. Sonunda, Allah'ın
âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük
yapanların âkıbetleri pek fena oldu.
11. Allah, ilkin mahlûkunu
yaratır, (ölümden) sonra da bunu (yaratmayı),
tekrarlar. Sonunda hep O'na döndürüleceksiniz.
12. Kıyametin kopacağı
gün, günahkârlar (ümitsizlik içinde) susacaklardır.
13. (Allah'a koştukları)
ortaklarından kendilerine hiçbir şefaatçı çıkmayacaktır.
Zaten onlar, ortaklarını da inkâr edeceklerdir.
14. Kıyamet kopacağı
gün, işte o gün (müminlerle inkârcılar)
birbirlerinden ayrılacaklardır.
15. İman edip iyi işler
yapanlara gelince, onlar, cennette nimetlere ve sevince mazhar
olacaklardır.
16. İnkâr edenler,
âyetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalan
sayanlar ise, işte onlar azapla yüzyüze bırakılacaklardır.
17, 18. Haydi siz, akşama
ulaştığınızda (akşam ve yatsı
vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda
ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı
tesbih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd
O'na mahsustur.
Abdullah b. Abbâs (r.a.)’dan gelen rivayete göre,
bu âyet, beş vakit namazı içine almaktadır. Bu sebeple
ekseri âlimler beş vakit namazın Mekke’de farz kılındığı
kanaatindedir. Hz. Peygamber (s.a.), bir hadis-i şerifte, büyük
sevap kazanmak isteyenlere bu âyeti okumalarını tavsiye etmiştir.
19. Ölüden diriyi,
diriden de ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün
ardından O canlandırıyor. İşte siz de
(kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.
Âyette, öldükten sonra dirilmenin hiç de öyle
akıl almaz bir şey olmadığı, yeryüzündeki sürekli
yenilenme olaylarına işaretle özlü bir şekilde anlatılmış
olmaktadır. Gerçekten, kupkuru topraktan ve ağaçlardan,
yemyeşil bitkiler ve yapraklar, rengârenk çiçekler ve meyveler
çıkaran ilâhî kudret için, yoktan var ettiği insanı
tekrar diriltmesinin zor olacağı düşünülemez. Sayısız
«bâ’s ba’de’l-mevt» (öldükten sonra dirilme) olayına
sahne olan yeryüzüne bir kez ibret gözüyle bakıvermek bile,
Allah’ın kudretini kavramak için yetecektir.
20. Sizi topraktan
yaratması, O'nun (varlığının)
delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar
oluverdiniz.
21. Kaynaşmanız
için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda
sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının)
delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir
kavim için ibretler vardır.
22. O'nun delillerinden
biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın
ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz
bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.
İnsanların bir erkek ve bir kadından
yaratılmakla beraber farklı özelliklere sahip topluluklara
ayrılmış olmaları konusunda Hucurât Sûresi 13. âyetin
açıklamasına bakınız.
23. Gece olsun gündüz
olsun, uyumanız ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi)
aramanız da O'nun (varlığının)
delillerindendir. Gerçekten bunda, işiten bir kavim için
ibretler vardır.
Âyet, «Geceleyin uyumanız ve gündüzün
Allah’ın lütfundan (nasibinizi) aramanız...» şeklinde
de manalandırılmıştır. Ancak, her iki zamanın
her iki işe elverişli olduğu anlamı daha kuvvetli
bulunmaktadır.
24. Yine O'nun
delillerindendir ki, size korku ve ümit vermek üzere şimşeği
gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından arzı
onunla diriltiyor. Doğrusu bunda, aklını kullanan
bir kavim için (alınacak) dersler vardır.
25. Göğün ve yerin
O'nun buyruğu ile durması da O'nun (varlığının)
delillerindendir. Sonra sizi topraktan bir çağırdı
mı hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz.
26. Göklerde ve yerde
olanlar hep O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir.
27.Yaratmaya başlayan,
sonra onu tekrarlayan O'dur, ki bu, O'nun için pek kolaydır.
Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O'nundur.
O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.
28. Allah size
kendinizden bir temsil getirmektedir: Mülkiyetiniz altında
bulunan köleler içinde, size verdiğimiz rızıklarda
-birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz
derecede sizinle eşit (haklara sahip)- ortaklarınız
var mı? İşte biz âyetlerimizi, aklını
kullanacak bir kavim için böylece açıklıyoruz.
Âyette, insanların, kendi cinslerinden ve
aynı yaratılış evsafına sahip olan kölelerini
bile kendilerine denk tutmaya, geçici dünya mülklerine ortak etmeye rıza
göstermedikleri gerçeğine işaret edilerek; eşi ve
benzeri olmayan Yüce Allah’a şirk koşmanın, O’nun
mutlak mülkiyetine ortaklık atfetmenin ne kadar akıl almaz
bir iş olduğu temsil yoluyla anlatılmakta ve kölenin
efendisine ortak olamayacağı gibi kulun da Allah’a ortak
olamayacağı vurgulanmaktadır. Ayrıca Kur’an
âyetlerinin,
düşünen kafalara hitap ettiği de özellikle belirtilmektedir.
29. Gel gör ki haksızlık
edenler, bilgisizce kötü arzularına uydular. Allah'ın
saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir?
Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.
30. (Resûlüm!) Sen yüzünü
hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere
yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında
değişme yoktur. İşte dosdoğru din
budur; fakat insanların çoğu bilmezler.
«Hanîf» eğriliğe sapmaksızın
doğru yoldan giden demektir. Terim olarak, İbrahim
Peygamber’in tevhîd, yani «Allah’ı bir tanıma dini»
manasında kullanılır. Bir Allah’a inanan kimseye de «hanîf»
denir.
Buhârî’nin Ebu Hüreyre’den rivayet ettiği
bir hadise göre, her çocuk, fıtrat üzere (tevhide meyilli) doğar;
sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya mecusî yapar.
İşte âyette zikredilen «fıtrat», Allah’ın
insanları doğuştan, «tek Allah inancı» na yatkın
yarattığını ifade etmektedir.
31. Hepiniz O'na yönelerek
O'na karşı gelmekten sakının, namazı kılın;
müşriklerden olmayın.
32. Dinlerini parçalayan
ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka,
kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.
33. İnsanların
başına bir sıkıntı gelince, Rablerine yönelerek
O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir
rahmet (nimet ve bolluk) tattırınca, bakarsınız
ki onlardan bir gurup yine Rablerine ortak koşuyorlar.
34. Kendilerine
verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefa sürün;
ama yakında bileceksiniz!
35. Yoksa onlara bir
kesin delil indirdik de, o delil, müşrik olmalarını
mı söylüyor?
36. İnsanlara bir
rahmet tattırdığımızda ona sevinirler.
Şayet yaptıklarından ötürü başlarına
bir fenalık gelse hemen ümitsizliğe düşüverirler.
37. Görmediler mi ki
Allah, rızkı dilediğine bol bol vermekte, dilediğininkini
de daraltmaktadır. Şüphesiz imanlı bir kavim için
bunda ibretler vardır.
38. O halde sen,
akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını
ver. Allah'ın rızasını isteyenler için bu,
en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Âyetteki «hakkını ver» diye
ifadelendirilen emir, sıla-i rahimde bulunma, zekât verme, iyilik
etme gibi manalarla tefsir edilmektedir.
39. İnsanların
mallarında artış olsun diye verdiğiniz
herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını
isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı
veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını)
kat kat arttıranlardır.
Âyetin ilk cümlesindeki «ribâ», başlıca
şu şekillerde tefsir edilmiştir: Verilen faizin kendisi,
karşılığında maddi menfaat umulan herhangi bir
bağış, faize verilen mal veya para. Son mana esas alındığında,
âyetin, “insanların malları arasında nemalansın,
artsın diye verdiğiniz...” şeklinde tercümesi uygun
olur. Âyette, müslümanları, ileride kesin olarak hükme bağlanacak
olan ribâ yasağına hazırlayıcı bir ifade
kullanılmıştır.
40. Allah, (o yüce varlıktır)
ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır;
sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da
sizi (tekrar) diriltecektir. Peki sizin (Allah'a eş tuttuğunuz)
ortaklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek var
mı? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir
ve yücedir.
41. İnsanların
bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen
bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını
onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü
yoldan) dönerler.
Âyette, kötü fiillere, ibret olsun diye dünyada
iken verilen karşılıklar için «bir kısmı»
denmekte ve asıl cezanın ahirette olduğuna işaret
edilmektedir.
42. (Resûlüm!) De ki:
Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin âkıbetleri
nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi.
43. Allah katından,
dönüşü olmayan bir gün (kıyamet günü) gelmeden
önce yönünü o gerçek dine çevir! O gün (insanlar) bölük
bölük ayrılacaklardır.
44. Kim inkâr ederse,
inkârı kendi aleyhine olur. İyi işler yapanlara
gelince, onlar da kendileri için (cennetteki yerlerini) hazırlamış
olurlar.
45. Zira Allah, iman edip
iyi işler yapanlara kendi lütfundan karşılık
verecektir. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez.
46. Size rahmetinden tattırsın,
emriyle gemiler yüzsün, fazlından (nasibinizi) arayasınız
ve şükredesiniz diye (hayat ve bereket) müjdecileri
olarak rüzgârları göndermesi de Allah'ın (varlık
ve kudretinin) delillerindendir.
Kâinatı yaratan da yöneten de Allah’tır.
Yaratmayı nasıl bir sıra ve düzen (kanun) içinde yapmışsa,
yönetmeyi de aynı şekilde kanunlarıyla icra etmektedir.
Sebep-sonuç ilişkisi ilâhî bir kanundur. Yağmurun oluşumu
da bir dizi sebep-sonuç ilişkisine bağlıdır.
Gafiller yalnızca sebep ve sonucu görürler, müminler ise
sebeplerin yaratıcısını (müsebbibü’l-esbâbı)
da görür ve O’na şükrederler.
47. Andolsun ki, biz
senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de
onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip)
günaha dalanların ise cezalarını hakkıyla
vermişizdir. Müminlere yardım etmek de bize düşer.
48. Allah O'dur ki, rüzgârları
gönderir, bunlar da bulutu kaldırır. Derken, Allah
onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder;
nihayet arasından yağmurun çıktığını
görürsün. Allah dilediği kullarına yağmuru
nasip edince, onlar seviniverirler.
49. Oysa onlar, daha önce,
üzerlerine yağmur yağdırılmasından
iyice ümitlerini kesmişlerdi.
50. Allah'ın
rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından
nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka
diriltecektir. O, her şeye kadirdir.
51. Andolsun ki, bir rüzgâr
göndersek de onu (ekini) sararmış görseler, ardından
muhakkak nankörlüğe başlarlar.
Âyetteki «onu sararmış görseler»
diye meâli verilen cümlede yer alan «onu» manasındaki zamir,
şu şekillerde tefsir edilmiştir:
a) Maksat, Allah’ın rahmetinin yani yağmurun
eseri olan ekin ve yeşilliktir,
b)
Maksat, buluttur; sararınca yağmur yağmaz.
52. (Resûlüm!) Elbette
sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp
giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin.
53. Körleri de sapıklıklarından
(vazgeçirip) doğru yola iletemezsin. Ancak teslimiyet göstererek
âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.
52 ve 53 âyetlerde geçen ölü, sağır
ve kör kelimeleri, kalpleri ölmüş, hakka kulak tıkamış
ve kalp gözü kör olup hakikati göremeyen manasında tefsir
edilmektedir.
54. Sizi güçsüz
yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren
ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık
veren, Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla
bilendir, üstün kudret sahibidir.
İnsan cenin ve çocukluk döneminde zayıf
ve çaresizdir. Sonra gelişip güçlenir, daha sonra ise ihtiyarlayıp
yine güçsüz hale gelir. Âyette, insan hayatının bu
devrelerine ve hepsinin Allah’ın kudretinin eseri olduğuna işaret
edilerek, insanın yalnız Allah’a kulluk etmesi gereği
hatırlatılmış olmaktadır.
55. Kıyamet koptuğu
gün, günahkârlar, (dünyada) ancak pek kısa bir süre
kaldıklarına yemin ederler. İşte onlar, (dünyada
da haktan) böyle döndürülüyorlardı.
Âyette, bir yoruma göre, günahkârların bu
yemininin gerçekle bağdaşmadığına; diğer
bir yoruma göre ise, kendilerine, kulluk edebilmek için yeterli süre
verilmediği şeklinde yanlış bir iddiada bulunacaklarına
işaret olunmaktadır.
56. Kendilerine ilim ve
iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın
yazısında (hükmedildiği gibi) yeniden dirilme gününe
kadar kaldınız. İşte bugün yeniden dirilme
günüdür; fakat siz onu tanımıyordunuz.
57. Artık o gün,
zulmedenlerin (beyan edecekleri) mazeretleri fayda vermeyeceği
gibi, onlardan Allah'ı hoşnut etmeye çalışmaları
da istenmez.
Kıyamet günü, artık iş işten
geçmiş olacak, ileri sürülecek mazeretler bir fayda sağlamayacağı
gibi, yapılanlardan pişmanlık duyma, tevbe etme v.b.
yollarla Allah’ı hoşnut etmeye çalışmaları
da bu zalimlerden istenmeyecektir.
58. Andolsun ki biz, bu
Kur'an'da insanlar için her çeşit misale yer vermişizdir.
Şayet onlara bir mucize getirsen inkârcılar
kesinlikle şöyle diyeceklerdir: Siz ancak bâtıl
şeyler ortaya atmaktasınız.
59. İşte
bilmeyenlerin (hakkı tanımayanların) kalplerini
Allah böylece mühürler.
60. (Resûlüm!) Sen
şimdi sabret. Bil ki Allah'ın vâdi gerçektir. (Buna)
iyice inanmamış olanlar, sakın seni gevşekliğe
sevketmesin!
Son cümle «İyice iman etmemiş olanların
seni hafife almalarına sakın fırsat verme!» şeklinde
de anlaşılmıştır.
|