64 âyetten ibaret olan sûrenin tamamı
Medine’de nâzil olmuştur. «Nûr âyeti» diye bilinen 35. âyette
Allah’ın, gökleri ve yeri aydınlatan nûrundan bahsedildiği
için «Nûr sûresi» adını almıştır.
Bismillâhirrahmanirrahîm
1. (Bu) Bizim inzâl ettiğimiz
ve (hükümlerini üzerinize) farz kıldığımız
bir sûredir. Belki düşünüp öğüt alırsınız
diye onda açık seçik âyetler indirdik.
2. Zina eden kadın
ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde
(hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız
tutmasın. Müminlerden bir gurup da onlara uygulanan cezaya
şahit olsun.
3. Zina eden erkek, zina
eden veya müşrik olan bir kadından başkası
ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik
olan erkek evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.
İslâm’da müşrik kadın ve
erkekle evlenmek caiz değildir ve böyle bir nikah akdi geçersizdir.
Âyette, zina etmiş müslümanla evlenmenin çirkinliği de
belirtilmiş olduğu kabul edilmekle birlikte, âyetin nüzûl
sebebi ve diğer deliller dikkate alınarak, İslâm
alimlerinin çoğunluğunca böyle bir nikâh akdinin geçerli
olduğuna hükmedilmiştir.
4. Namuslu kadınlara
zina isnadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört
şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık
onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin.
Onlar tamamen günahkârdırlar.
5. Ancak bundan sonra
tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı
ve merhametlidir.
6, 7. Eşlerine zina
isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri
olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği,
kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört
defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci
defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lânetinin
kendi üzerine olmasını dilemesidir.
8, 9. Kadının,
kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört
defa Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, beşinci
defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise
Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını
dilemesi kendisinden cezayı kaldırır.
6, 7, 8 ve 9. âyetlerdeki uygulama, İslâm
aile hukukunda «liân» terimi ile ifade edilir. Karısının
zina suçu işlediğini iddia eden bir koca, eğer iddiasını
isbat için dört şahit getiremezse, karı ve koca hakim
huzuruna celbedilerek liâna davet edilir. Her iki taraf da doğruluklarını
bu ifadelerle beyan ederlerse, erkek iftira (kazf) cezasından, kadın
da zina cezasından kurtulur ve bu şekilde evlilik bağı
sona erer.
10. Ya Allah'ın size
bol lütfu ve merhameti bulunmasaydı ve Allah, tevbeleri
kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı (haliniz nice
olurdu)!
11. (Peygamber'in eşine)
bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin
içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük
sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her
bir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı
ceza) vardır. Onlardan (elebaşlık yapıp) bu
günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok
büyük bir azap vardır.
Bu ve bundan sonraki 9 âyetin inzâline sebep teşkil
eden ve «ifk (iftira) hadisesi» diye bilinen olay kısaca şöyledir:
Hz. Peygamber’in bir askerî seferine Hz. Âişe de katılmıştı.
Dönüşte bir ara Hz. Âişe ihtiyacını gidermek için
çekildiği bir köşede gerdanlığını düşürmüş,
sonra bunun farkına vararak aramaya gitmişti. Bu arada, birlik
Hz. Aişe’yi devesinin üstündeki hevdec adı verilen kapalı,
yuvarlak ve üstü kubbeli kafesi içinde sanarak konaklama yerinden ayrıldığı
için Hz. Âişe orada kaldı. Orduyu geriden takip etmekle görevli
bir zat, Hz. Âişe’yi alarak birliğe yetiştirdi. İçlerinde
münafıkların önde gelenlerinden Abdullah b. Ubeyy’in de
bulunduğu birkaç kişi, bu hadiseye dayanarak Hz. Âişe
ile onu birliğe yetiştiren kişi arasında ilişki
cereyan ettiği iftirasını uydurdular. Bu iftira Hz.
Peygamber’i oldukça üzmüştü. Bu sırada zaten rahatsız
olan Hz. Âişe, hakkında böyle bir iftira uydurulduğunu
bir müddet sonra öğrenmiş ve büyük bir ızdıraba
boğulmuş; artık, kendisi gibi kederli olan ailesine,
babası Hz. Ebubekir (r.a.)’in evine gitmeyi tercih etmişti.
Bu arada Hz. Peygamber (s.a.) zaman zaman Hz. Ebubekir’in evine
giderek, onlardan Hz. Âişe’nin sıhhatini, hal ve hatırını
sorardı. İşte yine böyle bir ziyaret sırasında
ve iftira olayının vukuundan takriben bir ay sonra Âişe
validemizin masumiyetini ifade eden bu âyetler inzâl buyuruldu.
12. Bu iftirayı işittiğinizde
erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda
bulunup da: «Bu, apaçık bir iftiradır» demeleri
gerekmez miydi?
13. Onların (iftiracıların)
da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi?
Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah
nezdinde yalancıların ta kendisidirler.
14. Eğer dünyada ve
ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı,
içine daldığınız bu iftiradan dolayı
size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi.
15. Çünkü siz bu
iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında
bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda
geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz.
Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç) tur.
16. Onu duyduğunuzda:
«Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ!
Bu, çok büyük bir iftiradır» demeli değil
miydiniz?
17. Eğer inanmış
insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu
tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır.
18. Ve Allah âyetleri
size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok
iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.
19. İnananlar arasında
çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan
kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır.
Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20. Ya sizin üstünüze
Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok
şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice
olurdu)!
21. Ey iman edenler!
Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim
şeytanın adımlarını takip ederse,
muhakkak ki o, edepsizliği (yüzkızartıcı suçları)
ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın
lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse
asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır.
Allah işitir ve bilir.
22. İçinizden
faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah
yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin
etmesinler; bağışlasınlar; feragat göstersinler.
Allah'ın sizi bağışlamasını
arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır,
çok merhametlidir.
Hz. Âişe’ye iftira edenlerden biri de, Hz.
Ebubekir’in, himayesini ve bakımını üzerine aldığı
Mıstah adlı bir kişi idi. Bu hadise üzerine Hz. Ebubekir, bir daha bu adama maddi yardımda bulunmayacağına
dair yemin etti. İşte, müfessirlere göre, bu âyette hem Hz.
Ebubekir (r.a.)’in faziletine işaret edilmekte, hem de ona ve diğer
müminlere, Allah rızası için yapageldikleri yardımları
kesmemeleri öğütlenmektedir.
23, 24. Namuslu, kötülüklerden
habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya
ve ahirette lânetlenmişlerdir. Yapmış olduklarına,
dilleri, elleri ve ayaklarının, aleyhlerinde şahitlik
edeceği gün onlar için çok büyük bir azap vardır.
25. O gün Allah onlara
gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar Allah'ın
apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır.
26. Kötü kadınlar
kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara;
temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara
yaraşır. Bu sonuncular, (iftiracıların) söylediklerinden
çok uzaktırlar. Kendileri için bağışlanma
ve güzel bir rızık vardır.
27. Ey iman edenler!
Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip
(izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu
sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız.
28. Orada hiçbir kimse
bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya
girmeyin. Eğer size, «Geri dönün!» denilirse, hemen dönün.
Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır.
Allah, yaptığınızı bilir.
29. İçinde
kendinize ait eşyanın bulunduğu oturulmayan
evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah, sizin
açığa vurduklarınızı da,
gizlediklerinizi de bilir.
30. (Resûlüm!) Mümin
erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını
da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için
daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah,
onların yapmakta olduklarından haberdardır.
31. Mümin kadınlara
da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve
iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna
olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini,
yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları,
babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları,
kocalarının oğulları, erkek kardeşleri,
erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin
oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar),
ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden,
ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi
kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık
hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına
zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri
anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar
(Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler!
Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.
Bu âyette kadınlara, teşhir etmeleri
yasaklanan «zînet»ten maksadın ne olduğu konusunda farklı
görüşler vardır: Bir görüşe göre bu zinetten maksat,
küpe, bilezik, yüzük ve gerdanlık gibi süs takıları
ile sürme, kına gibi şeylerdir. Bu yoruma göre bu tür zinet
eşyasının bedende teşhiri kadınlar için haramdır.
Elbise de zinet olmakla beraber, gizlenmesi mümkün olmadığı
için âyette diğerlerinden istisna edilmiştir. Ancak, daha
kuvvetli bir görüşe göre âyetteki «zinet» tabiri, kadının
vücudunu ifade eder ki, buna göre yasaklanan, süs eşyalarının
teşhiri değil, vücudun teşhiridir. Bu yasaklamadan
istisna edilen «görünen kısım» ise, kadının yüzü,
elleri ve -bir görüşe göre- ayaklarıdır.
32. Aranızdaki bekârları,
kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları
evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu
ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş
olan ve (her şeyi) bilendir.
33. Evlenme imkânını
bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı
kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin
altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe
yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır
(kabiliyet ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükâtebe
yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından
siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici
menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen câriyelerinizi
fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa,
bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için)
çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Mükâtebe, köle veya cariye ile efendisi arasında
yapılan bir akid olup, bu akidde köle veya cariye, belli bir bedel
ödediği takdirde efendisinden, kendisine hürriyetini vermesini
ister veya aynı teklifi efendisi ona yapar. Üzerinde anlaşmaya
varılan bu bedel hazır ise köle bu bedeli hemen ödemek, değilse,
efendisinin kendisine tanıdığı bir süre içinde
temin ettikten sonra ödemek şartıyla hürriyetine kavuşur.
Bu âyette, «Allah’ın size vermiş olduğu
malından siz de onlara verin» buyurulmakla, insanın elindeki
malın asıl sahibinin Allah olduğu, şu halde Allah’ın
malından köle ve cariyelere de vermek suretiyle onların hürriyete
kavuşmalarını kolaylaştırmanın dinî, ahlâkî
ve ictimaî bir vazife olduğu ortaya konmaktadır. Bu vazife,
İslâm’ın, asırlarca uygulanagelen ve bir çırpıda
tasfiyesi mümkün olmayan kölelik müessesesini ortadan kaldırmak
için almış olduğu bir dizi tedbirden biridir.
34. Andolsun ki biz size
(gerekeni) açık açık bildiren âyetler, sizden önce
yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvâya
ulaşmış kimseler için öğütler indirdik.
35. Allah, göklerin ve
yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan
bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o
fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya
da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan,
yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun
yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi
ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah
dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte
böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.
Allah’ın nûr olmasının manası,
bütün âlemin ve âlemdeki bütün hissî nûrların ve idrak
edici güçlerin yaratıcısı ve icat edicisi olmasıdır.
Şu halde, nûrdan asıl umulan aydınlatma, açığa
çıkarma, tecelli ve inkişaf manalarının temeli, nûrdan
ve nûru alandan çok, nûru yapıp yaratana ait olacağı için
«Nûr» ismi Allah’a daha lâyıktır. Ancak, bundan dolayı
nûru yaratana «Nûr» denilmesi, lisan bakımından hakikat değil,
mecazdır.
36. (Bu kandil) birtakım
evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde
isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam
O'nu (öyle kimseler) tesbih eder ki;
37. Onlar, ne ticaret ne
de alış-verişin kendilerini Allah'ı
anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı
insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak
olduğu bir günden korkarlar.
38. Çünkü (o günde)
Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak
ve lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini
hesapsız rızıklandırır.
39. İnkâr edenlere
gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki
serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında
orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanıbaşında
da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı)
Allah'ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını
tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk
görür.
İman, insanın hayatına ve bu hayat
süresince sarfettiği gayretlere, yapmış olduğu işlere
bir mana ve değer katan yegâne âmildir. Çünkü inanan insan, bütün
amellerini, faaliyetlerini üstün bir gaye için, Allah rızası
için yapar; üstün bir talimata, Allah’ın emir ve yasaklarına
uygun olarak yapar; nihayet yaptığı her işten dolayı
ince bir hesap vereceği kaygı ve disiplini içinde yapar.
Halbuki inançsız insanların faaliyetleri, bu iman ve
sorumluluk disiplininden yoksun olduğundan -âyette de veciz bir teşbih
ile ifade buyurulduğu gibi- boş, değersiz ve anlamsız
bir meşguliyetler yığınından ibaret olmakla
kalmaz, fazla olarak sahibini ağır bir sorumluluk ve hesabın
altına sokar.
40. Yahut (o kâfirlerin
duygu, düşünce ve davranışları) engin bir
denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; (öyle bir deniz)
ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de
bulut... Birbiri üstüne karanlıklar... İnsan, elini
çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez. Bir
kimseye Allah nûr vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan
nasibi yoktur.
Bu âyet de kâfirlerin imansızlık
buhranlarını, engin bir denizde boğulmak tehlikesiyle karşı
karşıya bulunan insanın haline benzetiyor. Okyanusların
doğru dürüst bilinmediği, diplerinin keşfedilmediği,
bir yerde ve zamanda Resûlullah’ın tebliğ ettiği bu âyet,
okyanusların diplerindeki farklı karanlık tabakalardan
bahsetmekte ve Kur’an mucizesine ayrı bir delil teşkil
etmektedir.
41. Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların
Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi
duasını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir.
Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyle
bilir.
42. Göklerin ve yerin mülkü
Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır.
43. Görmez misin ki
Allah bir takım bulutları (çıkarıp) sürüyor;
sonra onları bir araya getirip üstüste yığıyor.
İşte görüyorsun ki bunlar arasından yağmur
çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlardan (dağlar
büyüklüğünde bulutlardan) dolu indirir. Artık onu
dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak
tutar; (bu bulutların) şimşeğinin parıltısı
neredeyse gözleri alır!
44. Allah, gece ile gündüzü
birbirine çeviriyor. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için
mutlak bir ibret vardır.
45. Allah, her canlıyı
sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde
sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört
ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır;
şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
46. Andolsun biz
(bilmediklerinizi size) açık seçik bildiren âyetler
indirdik. Allah, dilediğini doğru yola iletir.
47. (Bazı insanlar:)
«Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik» diyorlar;
ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar
inanmış değillerdir.
Bu âyet göstermektedir ki sırf lisanen «Allah’a
ve Peygamber’e inandım» demek, mümin olmak için yeterli ve geçerli
değildir. Bu, münafıkların tutumudur. Müminler ise,
dilleri ile söylediklerine kalben de inanır; ayrıca
ibadetleri ve her türlü davranışları ile imanlarını
isbat ve te’yid ederler. İmam Gazâlî’nin dediği gibi,
amelsiz mümin, bütün hayatî faaliyetleri durmuş, sadece nefes
alıp vermekle canlılık emaresi gösteren komadaki insan
gibidir. Bunun yaşadığı hayatın kıymeti ne
ise, ibadetten ve güzel davranışlardan yoksun kimsedeki imanın
kıymeti de odur. Ayrıca, hakiki müminin bir diğer özelliği
de, karşılaştığı her meselede, her anlaşmazlıkta,
Allah ve Resûlünün hükmü ne ise ona razı olması ve gönül
hoşluğu ile ona uymasıdır. Bunun aksine davranmak, müteakıp
âyette de işaret buyurulduğu gibi münafıkların işidir.
48. Onlar, aralarında
hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında,
bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.
49. Ama, eğer (Allah
ve Resûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona
boyun eğip gelirler.
50. Kalplerinde bir
hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler,
yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık
edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler
kendileridir!
51. Aralarında hüküm
vermesi için Allah'a ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin
sözü ancak «İşittik ve itaat ettik» demeleridir.
İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.
52. Her kim Allah'a ve
Resûlüne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa,
işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir.
53. (Münafıklar),
sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa)
çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile
Allah'a yemin ettiler. De ki: Yemin etmeyin. İtaatiniz malûmdur!
Bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
54. De ki: Allah'a itaat
edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz
şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen
(tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da
size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona
itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz.
Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.
55. Allah, sizlerden iman
edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri
sahip ve hakim kıldığı gibi onları da
yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar
için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların
iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve
(geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven
sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana
kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık
bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük
günahkârlardır.
Bu âyet, özel olarak, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından
İslâm’ın tebliğ edilmeye başlandığı
devirde henüz çok zayıf ve mağdur durumda bulunan müslümanların
bir zaman sonra müşrikleri altederek hakimiyeti ele alacaklarını
müjdelemekte; genel olarak da, -Enbiyâ sûresinin 105. âyeti münasebetiyle
işaret edildiği gibi- inkârcılığın, kötülüğün
ve her türlü bâtılın ârızî olduğunu; inancın,
iyiliğin, güzelliğin ve hakkın temel ve gerçek hayat
kanunu olduğunu ifade etmekte; böylece, bazı zamanlarda inkârcılığın
ve kötülüğün yaygınlaşmış olmasına
bakarak ümitsizliğe ve kötümserliğe kapılmanın doğru
olmadığını ortaya koymaktadır.
56. Namazı kılın;
zekâtı verin; Peygamber'e itaat edin ki merhamet göresiniz.
57. İnkâr
edenlerin, yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını
sanmayasın! Onların varacağı yer
cehennemdir. Ne kötü varış yeri!
58. Ey müminler!
Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden
henüz ergenlik çağına girmemiş olanlar, sabah
namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve
yatsı namazından sonra (yanınıza
gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar, mahrem
(kapanmamış) halde bulunabileceğiniz üç
vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için ne
de onlar için bir mahzur yoktur. Birbirinizin yanına girip
çıkabilirsiniz. İşte Allah âyetleri size böyle
açıklar. Allah, (her şeyi) bilendir, hüküm ve
hikmet sahibidir.
Bazı tefsirlerde, bu âyetin inmesine sebep
teşkil eden olay kısaca şöyle nakledilir: Hz. Peygamber,
bir öğle vakti Müdlic adlı bir sahâbîyi göndererek Hz. Ömer’i
huzuruna çağırdı. Müdlic, Hz. Ömer’in odasına
izinsiz girmişti. Oysa Ömer (r.a.) uyuyordu ve muhtemelen üzeri açılmıştı.
Uyandırıldığında Ömer’in canı sıkılmış
ve gönlünden, «Keşke böyle zamanlarda izinsiz girmek
yasaklansa!» şeklinde bir temenni geçmişti. Resûlullah
(s.a.)’ın huzuruna vardığında bu âyetin henüz
inmiş olduğunu öğrenen Ömer, Allah’a hamdetti.
59. Çocuklarınız
ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler
(büyükleri) izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler.
İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar.
Allah alîmdir, hakîmdir.
60. Bir nikâh ümidi
beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların,
zinetleri (yabancı erkeklere) teşhir etmeksizin (bazı)
elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal
yoktur. İffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır.
Allah işitendir, bilendir.
Bu sûrenin 31. âyetinde kadınlar için örtünmenin
gerekliliği ve bunun ne şekilde ve kimlere karşı
olacağı, istisnalar verilmek suretiyle belirtilmişti. Ayrıca
orada «zînet» tabirinden ne kasdedildiği hakkında
tefsircilerin görüşlerine de kısaca yer verilmişti.
Kadının, kocasına güzel görünmek için
süslenmesi ve açılması dînen mübah, hatta tavsiyeye şâyan
görülmüştür. Ancak, özellikle 31. âyette sıralanan yakınlar
dışında kalan yabancı erkeklere güzel görünmek için
süslenmek, hususiyle açılıp saçılmak, genç olsun yaşlı
olsun, bütün müslüman ve hür kadınlara haramdır. Bununla
beraber, bu âyette yaşlı kadınların da diğer
kadınlar gibi davranmaları tavsiye edilmekle birlikte, giyim
ve örtünme hususunda onlara, belli şartlara bağlı
olarak daha serbest hareket etme imkanı getirildiği görülmektedir.
Bu ruhsat, yaşlı kadınların kadınlık câzibelerini
artık büyük ölçüde kaybetmiş olmalarından ve bir
mefsedete yol açmaları ihtimalinin ortadan kalkmış
bulunmasındandır.
61. Âmâya güçlük
yoktur; topala güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur.
(Bunlara yapamayacakları görev yüklenmez; yapamadıklarından
dolayı günahkâr olmazlar.) Sizin için de, gerek kendi
evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden,
annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden,
kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın
evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın
evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, veya anahtarlarını
uhdenizde bulundurduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın
evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya
ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Evlere
girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve pek güzel
bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm
verin. İşte Allah, düşünüp anlayasınız
diye size âyetleri böyle açıklar.
62. Müminler, ancak
Allah'a ve Resûlüne gönülden inanmış kimselerdir.
Onlar, o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken ondan
izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resûlüm!)
Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Resûlüne
iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için
senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin
ver; onlar için Allah'tan bağış dile; Allah mağfiret
edicidir, merhametlidir.
63. (Ey müminler!)
Peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırır
gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper
edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah
bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı
davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya
kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.
Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.)’e sadece ismiyle
hitap etmenin veya kendisinden bahsederken sırf ismini söylemenin,
ümmetlik terbiyesi ile bağdaşmayacağını ifade
etmektedir. Böyle durumlarda onun ismi ile beraber Peygamber, Nebî,
Resûl, Resûlullah, Resûl-i Ekrem, Peygamber Efendimiz, Habîbullah...
gibi onu anlatan ve ona saygımızı ifade eden sıfat
ve unvanları da söylemek yerinde olur. Ayrıca, Allah Teâlâ’nın,
Ahzab sûresinin 56. âyetindeki emri uyarınca biz müslümanların,
«Muhammed» ismi söylenince, «Allah’ın salât ve selâmı
onun üzerine olsun» anlamına «Sallâllahu aleyhi ve sellem»
dememiz de ona olan saygımızın bir gereğidir.
64. Bilmiş olun ki,
göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O, sizin ne
yolda olduğunuzu iyi bilir. İnsanlar O'nun huzuruna döndürüldükleri
gün yapmış olduklarını onlara hemen
bildirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
|