118 âyet olup Mekke’de nâzil olmuştur. Özellikle
ilk âyetlerinde kurtuluşa eren müminlerin ibadetlerinden, ahlâkî
yaşayışlarından ve nâil olacakları uhrevî
nimetlerden bahsedildiği için sûre «el-Mü’minûn» adını
almıştır. Nitekim Abdullah b. Abbas’tan rivayet edilen
bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.), bu âyetlerin inzâlini müteakip, «Bana
on âyet indi ki, durumu bunlara uyan cennete gidecektir» buyurdu ve bu
sûrenin ilk on âyetini okudu.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Gerçekten müminler
kurtuluşa ermiştir;
2. Onlar ki, namazlarında
huşû içindedirler;
3. Onlar ki, boş ve
yararsız şeylerden yüz çevirirler;
4. Onlar ki, zekâtı
verirler;
5. Ve onlar ki,
iffetlerini korurlar;
6. Ancak eşleri ve
ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerden
dolayı) kınanmış değillerdir.
7. Şu halde, kim
bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan
kimselerdir.
8. Yine onlar (o müminler)
ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler;
9. Ve onlar ki, namazlarına
devam ederler.
10. İşte, asıl
bunlar vâris olacaklardır;
11. (Evet) Firdevs'e vâris
olan bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar.
12. Andolsun biz insanı,
çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden
yarattık.
13. Sonra onu sağlam
bir karargâhta nutfe haline getirdik.
14. Sonra nutfeyi alaka
(aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden,
alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık
eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık.
Sonra onu başka bir yaratışla insan haline
getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek
yücedir.
15. Sonra, muhakkak ki
siz, bunun ardından elbet öleceksiniz.
16. Sonra da şüphesiz,
sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.
17. Andolsun biz, sizin
üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan habersiz değiliz.
Müfessirlerin çoğu, âyetteki «yedi yol»u,
yedi gök olarak yorumlamışlardır. Müfessir Hamdi Yazır
ise, bu yedi yoldan, insanın yedi idrak yolunu anladığını,
bunların da görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmadan
ibaret beş duyu ile akıl ve vahiy yolları olduğunu
ileri sürüyor.
18. Gökten uygun bir ölçüde
yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu gidermeye de
elbet gücümüz yeter.
Yağmurun arzda durması canlılar için
büyük bir nimettir. Şayet arz, yağmur suyunu tutmayıp
olduğu gibi dibe indirir veya bu sular sel halinde büsbütün akıp
giderse, canlılar yağmurun hayatî faydalarından mahrum
kaldığı gibi, -erozyon hadisesinde görüldüğü üzere-
yağmur bazen zararlı bile olabilir. «Yağmur suyunun
arzda durması»ndan, suyun yer altında birikmesi de kasdedilmiş
olabilir ki, bu da canlılar için Allah’ın bir lütfudur.
Çünkü yeraltı suları, gerek tabiî olarak kaynamak, gerekse
insan emeği ile yüzeye çıkarılmak suretiyle faydalı
hale gelir. Âyette de ifade buyurulduğu gibi Allah Teâlâ, canlılar
için bu kadar yararlı olan yağmuru gidermeye, yani yağdırmamaya
veya, yağdırsa bile faydasız kılmaya kadirdir. Bu
ise, gerek insan, gerekse diğer canlılar için en büyük kayıptır.
Nitekim uzayda şimdiye kadar bilinenler içinde yağmur
hadisesinin cereyan ettiği tek gezegen, dünyamızdır. Bir
an dünyamızda bir yağmur nimetinin ortadan kaldırıldığını
düşünürsek -ki, âyette de belirtildiği gibi Yüce Allah
buna kadirdir- o zaman dünyanın bütün değerini ve anlamını
yitirdiğini anlarız. Çünkü dünyaya değer ve anlam
kazandıran şey, hayattır. Su ise aşağıdaki
âyetlerden de anlaşılacağı üzere hayatın
kaynağıdır.
19. Böylece onun (yağmurun)
sayesinde sizin yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm
bağları meydana getirdik. Bunlarda sizin için birçok
meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz.
20. Tûr-i Sînâ'da da
yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç
hem yağ hem de yiyenlerin ekmeğine katık
edecekleri (zeytin) verir.
21. Hayvanlarda sizin için
elbette ibretler vardır. Onların karınlarındakinden
(sütlerinden) size içiririz. Onlarda sizin için birçok
faydalar daha vardır; etlerinden de yersiniz.
22. Onların üzerinde
ve gemilerde taşınırsınız.
23. Andolsun ki, Nuh'u
kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için
O'ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız?
dedi.
24. Bunun üzerine,
kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: «Bu,
sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim
olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi,
muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan
böyle bir şey duymadık.»
25. «Bu, yalnızca
kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye
kadar ona katlanıp bekleyin bakalım.»
26. (Nuh), Rabbim! dedi,
beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!
27. Bunun üzerine ona
şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhafazamız
altında) ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap.
Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca
her cinsten birer çift ile, daha önce kendisi aleyhinde hüküm
verilmiş olanların dışındaki aileni
gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma!
Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.
28. Sen, yanındakilerle
birlikte gemiye yerleştiğinde: «Bizi zalimler topluluğundan
kurtaran Allah'a hamdolsun» de.
29. Ve de ki: Rabbim!
Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın.
30. Şüphesiz bunda
(Nuh ve kavminin başından geçenlerde) birtakım
ibretler vardır. Hakikaten biz (kullarımızı
böyle) deneriz.
31. Sonra onların
ardından bir başka nesil meydana getirdik.
32. Onlar arasından
kendilerine: «Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir
tanrınız yoktur. Hâla Allah'tan korkmaz mısınız?»
(mesajını ileten) bir peygamber gönderdik.
Bu âyette kendisinin ve kavminin adı
verilmeyen bu peygamber, bazı tefsircilere göre, Hûd (a.s.) veya
Sâlih (a.s.)tir.
33. Onun kavminden, kâfir
olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında
kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler:
«Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden
yer, sizin içtiğinizden içer.»
34. «Gerçekten, sizin
gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz.»
35. «Size, öldüğünüz,
toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde,
mutlak surette sizin (kabirden) çıkarılacağınızı
mı vâdediyor?»
36. «Bu size vaâdedilen
(öldükten sonra yeniden dirilmek, gerçek olmaktan) çok uzak!»
37. «Hayat, şu dünya
hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz)
yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.»
38. «O, Allah hakkında
yalnızca yalan uyduran bir adamdır; biz ona inanmıyoruz.»
39. O peygamber: Rabbim!
dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana
yardımcı ol!
40. Allah şöyle
buyurdu: Pek yakında onlar mutlaka pişman olacaklar!
41. Nitekim, vukuu kaçınılmaz
olan korkunç bir ses yakalayıverdi onları!
Kendilerini hemen sel süprüntüsüne çevirdik. Zalimler
topluluğunun canı cehenneme!
42. Sonra onların
ardından başka nesiller getirdik.
43. Hiçbir ümmet,
ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.
44. Sonra biz peyderpey
peygamberlerimizi gönderdik. Herhangi bir ümmete
peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu
peygamberi yalanladılar; biz de onları birbiri ardından
yok ettik ve onları ibret hikâyelerine dönüştürdük.
Artık iman etmeyen kavmin canı cehenneme!
45, 46. Sonra âyetlerimizle
ve apaçık bir fermanla Musa ve kardeşi Harun'u
Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlar ise kibire kapıldılar
ve ululuk taslayan bir kavim oldular.
47. Bu yüzden dediler
ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki
adama inanır mıyız?
48. Böylece onları
yalanladılar ve bu sebeple helâk edilenlerden oldular.
47. âyet, inkârcıların umumiyetle içine
düştükleri bir hatayı ortaya koymaktadır: Gerçekten
onlar insana, yalnızca bu dünyadaki mevkiine, toplum içindeki
pozisyonuna göre değer verirler. Onların insan hakkında
başta gelen değer ölçüleri makam ve mansıptır. Böylece
onlar, bizatihî insana, onun düşüncesinin ve inancının
kalitesine, sahip olduğu ahlâkî ve insanî vasıflarına
değer vermezler. 48. âyet bize gösteriyor ki, inkârcıların
bu yanlış değer ölçülerine dayanarak peygamber hakkında
vardıkları hüküm, kaçınılmaz olarak kendilerini
felâkete götürür.
49. Andolsun biz Musa'ya,
belki onlar yola gelirler diye, Kitab'ı verdik.
Müfessir Zemahşerî’ye göre, âyette «onlar»
zamiri ile kasdedilenler, Firavun ve eşraf takımı olmayıp,
Hz. Musa ile Filistin’den Mısır’a göçen İsrailoğullarıdır.
Zira Kitap, yani Tevrat, Firavun ve adamlarının boğulmalarından
sonra vahyedilmiştir.
50. Meryem oğlunu ve
annesini de (kudretimize) bir alâmet kıldık; onları,
yerleşmeye elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik.
51. «Ey Peygamberler!
Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın.
Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle
bilmekteyim.»
Peygamberlere ve onların sonuncusu olan Hz.
Muhammed’e yöneltilen bu hitaptan, in-kârcıların
kanaatlerinin aksine, peygamberlerin de birer beşer olduğu ve
onlar için, Allah’ın lütfu olan güzel ve helâl rızıklardan
yararlanmanın bir kusur olmadığı, asıl önemli
olan ve onlara yaraşan şeyin, iyi davranışlarda
bulunmak, Allah’a en güzel şekilde kulluk etmek olduğu anlaşılmaktadır.
52. «Şüphesiz bu
(insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de
sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının»
(denildi).
53. Ne var ki insanlar
kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler.
Her gurup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile
sevinip böbürlenmektedirler.
54. Şimdi sen onları
bir zamana kadar gaflet ve sapıklıkları ile başbaşa
bırak!
55, 56. Sanıyorlar mı
ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile
kendilerine faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır,
onlar işin farkına varamıyorlar.
57. Rablerine olan saygıdan
dolayı kötülükten sakınanlar;
58. Rablerinin âyetlerine
inananlar;
59. Rablerine ortak tanımayanlar;
60. Ve Rablerine dönecekleri
için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak
yapanlar;
61. İşte onlar,
iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.
62. Biz hiç kimseyi gücünün
yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız.
Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar
haksızlığa uğratılmazlar.
63. Hayır, onların
(o inkârcıların) kalpleri bu hususta cehâlet içindedir.
Ayrıca onların bundan (bu şirk ve inkârcılıklarından)
öte birtakım (kötü) işleri vardır ki, onlar bu
işleri yapar dururlar.
64. En nihayet, refah ve
bolluk içinde olanlarını sıkıntıya
(veya azaba) uğrattığımızda, bakarsın
ki onlar feryadı basarlar.
65. Boşuna sızlanmayın
bugün! Zira bizden yardım göremeyeceksiniz!
66, 67. Çünkü âyetlerim
size okunurdu da, siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı
döner, geceleyin (Kâbe'nin etrafında toplanarak)
hezeyanlar savururdunuz.
68. Onlar bu sözü (Kur'an'ı)
hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki
atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?
69. Yoksa Peygamberlerini
henüz tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr
ediyorlar?
70. Yoksa onda bir cinnet
olduğunu mu söylüyorlar? Hayır; o, kendilerine hakkı
getirmiştir. Onların çoğu ise haktan hoşlanmamaktadırlar.
66-70. âyetler gösteriyor ki inkârcıların
Kur’an’a sırt çevirmeleri ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini
kabul etmemeleri hiçbir haklı sebebe dayanmamaktadır. Zira
onlar Kur’an üzerinde yeterince düşünmüşlerdi; ya da en
azından, yeterince düşünmek fırsatını bulmuşlardı.
Ayrıca, Hz. Muhammed (s.a.)in tebliği, meselâ ataları Hz. İsmail’in tebliğinin bir devamı idi; yani onlar,
Hak Dini büsbütün tanımaz değillerdi. Resûlullah’ın
dürüst ve güvenilir bir insan olduğunu pek âlâ bilirlerdi; akıllı
ve zekî olduğundan da şüpheleri yoktu. Bununla beraber yine
de inanmıyorlardı, çünkü haktan, yani doğruluktan, gerçekten
ve dürüstlükten hoşlanmıyorlardı. Kendileri hakka
uyacakları yerde, hakkı kendi arzu ve isteklerine uydurmaya
kalkışıyorlardı.
71. Eğer hak, onların
kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer
ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara
şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine
sırt çevirdiler.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre âyetteki
şan ve şereften maksat, buna vesile olan Kur’an’dır.
Nitekim, İslâm’dan önce Arapların hakimiyetleri Yarımada’nın
sınırlarını aşmazken, Kur’an-ı Kerim ve
bu yüce Kitab’ın kendisine indiği Hz. Muhammed, bu milletin
ismini ebedîleştirmekle kalmamış, ayrıca Kur’an
yoluna koyulan pek çok milletleri de cihanın en büyük ümmetlerinden
biri olmak şerefine ulaştırmıştır.
72. (Resûlüm!) Yoksa
sen onlardan bir karşılık mı istiyorsun?
Rabbinin karşılığı daha hayırlıdır.
O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
73. Gerçek şu ki
sen onları doğru bir yola çağırıyorsun.
74. Ahirete inanmayanlar
ise, ısrarla yoldan çıkmaktadırlar.
75. Eğer onlara acıyıp
da içinde bulundukları sıkıntıyı
giderseydik, iyice körleşerek azgınlıklarında
direnirlerdi.
76. Andolsun, biz onları
sıkıntıya düşürdük de yine Rablerine
boyun eğmediler, tazarru ve niyazda da bulunmuyorlar.
77. En nihayet üzerlerine,
azabı çok şiddetli bir kapı açtığımız
zaman, bir de bakarsın ki onlar orada şaşkın
ve ümitsiz kalmışlardır!
78. O, sizin için
kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne de
az şükrediyorsunuz!
79. Ve O, sizi yeryüzünde
yaratıp türetendir. Sırf O'nun huzurunda toplanacaksınız.
80. Ve O, yaşatan ve
öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun
eseridir. Hâla aklınızı kullanmaz mısınız!
81. Buna rağmen
onlar, öncekilerin dedikleri gibi dediler.
82. Dediler ki: Sahi biz,
ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline
gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi?
83. Hakikaten, gerek
bize, gerekse daha önce atalarımıza böyle bir vaadde
bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin masallarından
başka bir şey değildir!
84. (Resûlüm!) de ki: Eğer
biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda
bulunanlar kime aittir?
85. «Allah'a aittir»
diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz
mısınız! de.
86. Yedi kat göklerin
Rabbi, azametli Arş'ın Rabbi kimdir? diye sor.
87. «(Bunlar da) Allah'ındır»
diyecekler. Şu halde siz Allah'tan korkmaz mısınız!
de.
88. Eğer biliyorsanız
(söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi)
kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan,
fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye
sor.
89. «(Bunların
hepsi) Allah'ındır» diyecekler. Öyle ise nasıl
olup da büyüye kapılıyorsunuz? de.
84-89. âyetlerden açıkça anlaşılacağı
üzere cahiliye devri Arapları ile onların kalıntıları
olan inatçı müşrikler, esasen Allah’ın varlığına
ve O’nun kâinat üzerindeki hakimiyet ve tasarrufuna inanıyorlardı.
Bununla beraber, 83. âyetten anlaşılacağı üzere,
Hz. Muhammed’in risaletine, onun tebliğ ettiği İslâm
dinine ve Kur’an-ı Kerim’e inanmıyorlardı. Ayrıca,
82. âyette tasrih edildiği gibi, özellikle öldükten sonra
tekrar dirilmeyi yani ahiret gününü kabul etmiyorlardı.
90. Doğrusu biz
onlara gerçeği getirdik; onlar ise hakikaten yalancılardır.
91. Allah evlât edinmemiştir;
O'nunla beraber hiçbir tanrı da yoktur. Aksi takdirde her
tanrı kendi yarattığını sevk ve idare
eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı.
Allah, onların (müşriklerin) yakıştırdıkları
şeylerden münezzehtir.
Görüldüğü gibi bu âyet ile, birden fazla
tanrı inancının, kâinatın varoluşu ve işleyişindeki
nizam ile ters düştüğü ortaya konmuştur. Buna göre kâinatın
varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın varlık
ve birliğinin bir ifadesi ve delilidir.
92. Allah, gaybı da
şehâdeti de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları
şeylerden çok yüce ve münezzehtir.
Gayb ve şehâdet, iki ayrı bilgi alanını
ifade eder. Gayb alanına giren malumat, akıl ve duyu organlarının
idrak gücünü aşan, ancak bir kısım kabiliyetlerin bir
ölçüde sezebildikleri, bununla beraber, en doğru bir şekilde
vahiy yolu ile bize intikal eden bilgilerdir. Esasen gayb alanı,
bilgiden ziyade bir iman alanıdır. Nitekim Bakara sûresinin
başında da işaret edildiği gibi, «Âmentü»de
ifadesini bulan iman esasları hakkındaki bilgilerimiz, bu tür
bilgilerdir.
Şehadet ise, gaybın aksine, tecrübe ve müşahede
sahasına giren duyulur âlem ile bu âleme ait eşya ve olayları
ifade eder.
93, 94. (Resûlüm!) De
ki: «Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı
ve uhrevî azabı) mutlaka bana göstereceksen; bu durumda
beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma Rabbim!»
95. Biz, onlara yönelttiğimiz
tehdidi sana göstermeye elbette ki kadiriz.
96. Sen, kötülüğü
en güzel bir tutumla sav. Biz onların yakıştırmakta
oldukları şeyi çok iyi bilmekteyiz.
97. Ve de ki: Rabbim!
Şeytanların kışkırtmalarından sana
sığınırım!
98. Onların yanımda
bulunmalarından da sana sığınırım,
Rabbim!
99. Nihayet onlardan (müşriklerden)
birine ölüm gelip çattığında: «Rabbim! der,
beni geri gönder;»
100. «Ta ki boşa geçirdiğim
dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.» Hayır!
Bu onun ağzından çıkan (boş) bir laftan
ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne
kadar (süren) bir berzah vardır.
Sözlükte «engel» anlamına gelen «berzah»,
ölüm ile başlayıp, yeniden dirilmeye kadar geçen süreyi
ifade eden dinî bir terimdir.
101. Sûra üflendiği
zaman artık aralarında akrabalık bağları
kalmamıştır; birbirlerini de arayıp
sormazlar.
102. Artık kimlerin
(sevap) tartıları ağır basarsa, işte asıl
bunlar kurtuluşa erenlerdir.
103. Kimlerin de tartıları
hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir;
(çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.
104. Ateş yüzlerini
yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde
bulunurlar.
Allah Teâlâ, büyük bir nimet olan dünya hayatını
şirkle, inkârcılıkla ve kötülükler işleyerek geçirdikten
sonra, ölümün dehşeti karşısında, iş işten
geçince uyanan, ancak cehennem azabına uğramaktan
kurtulamayan bedbahtlara o zaman yönelteceği hitabı ve onların
acz ve itiraflarını bu âyetle ifade buyuruyor.
105. Size âyetlerim
okunurdu da, siz onları yalanlardınız değil
mi?
106. Derler ki: Rabbimiz!
Azgınlığımız bizi altetti; biz, bir sapıklar
topluluğu idik.
107. Rabbimiz! Bizi
buradan çıkar. Eğer bir daha (ettiklerimize) dönersek,
artık belli ki biz zalim insanlarız.
108. Buyurur ki: Alçaldıkça
alçalın orada! Bana karşı konuşmayın
artık!
109. Zira kullarımdan
bir zümre: Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize
acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin, demişlerdi.
110. İşte siz
onları alaya aldınız; sonunda onlar (ile alay
etmeniz) size beni yâdetmeyi unutturdu, siz onlara gülüyordunuz.
111. Bugün ben onlara,
sabrettiklerinin karşılığını
verdim; onlar, hakikaten muratlarına erenlerdir.
112. (Allah inkârcılara)
«Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?» diye sorar.
113. «Bir gün veya günün
bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara
sor» derler.
114. Buyurur: Sadece az
bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş
olsaydınız!
115. Sizi sadece boş
yere yarattığımızı ve sizin hakikaten
huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?
Âyetten de anlaşılacağı üzere,
dünyadaki bütün canlılar içinde vazife ve sorumluluk taşıyan
yegâne varlık insandır. Esasen insan hayatını
anlamlı kılan, ona değer katan temel özellik, insanın
bir vazife ve sorumluluk varlığı oluşudur. Bu
sebeple, vazifelerini ihmal eden ve sorumsuz bir hayat yaşayan
insanlar, gerçek anlamda insanlık değerini yitirmiş
olurlar. Bu dünyada bir kısım insanlar, insanlığının
gereği olan vazifeleri ihmal etmiş ve bunların sorumluluğundan
kurtulmuş olabilirler. Ancak, bu âyet açıkça gösteriyor
ki, ilâhî sorumluluktan kurtulmak ve Allah’ın huzurunda hesap
vermekten kaçmak hiç kimse için mümkün değildir. Bunun aksini
düşünmek, ahlâk nizamını ve bu nizamın temeli
olan mutlak adaleti inkâr etmek sonucuna götürür.
116. Mutlak hakim ve hak
olan Allah, çok yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur,
O, yüce Arş'ın sahibidir.
117. Her kim Allah ile
birlikte diğer bir tanrıya taparsa, -ki bu hususla
ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak
Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler
iflah olmaz.
118. (Resûlüm!) De ki:
Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen
merhametlilerin en iyisisin.
|