Kehf sûresi 110 âyettir. Mekke’de nâzil olmuştur.
Ancak, 28. âyetin Medine’de nâzil olduğu rivayeti de vardır.
Sûre bu adı, içinde söz konusu edilen ve «mağara arkadaşları»
demek olan «Ashâb-ı Kehf»den almıştır.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1, 2, 3, 4. Hamd olsun
Allah'a ki, O, (insanları) kendi tarafından çetin bir
azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda
bulunan müminlere, kendileri için, içinde ebedî kalacakları
(cennette) güzel bir ecir bulunduğunu müjdelemek ve «Allah
evlât edindi» diyenleri de uyarmak için kuluna (Muhammed'e),
kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dosdoğru
Kitab'ı indirdi.
5. Ne onların (Allah
evlât edindi, diyenlerin), ne de atalarının bu konuda
hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan
bu söz ne büyük oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
Fahreddin Râzî’ye göre, şu üç zümre
Allah’ın çocuğu olduğunu söylemişlerdir.
(1) «Melekler Allah’ın kızlarıdır»
diyen müşrik Araplar,
(2) «İsa Allah’ın oğludur» diyen hıristiyanlar,
(3)
«Uzeyr Allah’ın oğludur» diyen yahudiler.
İslâm ise bu inançları reddetmiştir.
6. Bu yeni Kitab'a
inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa) arkalarından
üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.
7. Biz, insanların
hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki
her şeyi dünyanın kendine mahsus bir zinet yaptık.
8. (Bununla beraber) biz
mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız.
9. (Resûlüm)! Yoksa
sen, bizim âyetlerimizden Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı
Rakîm'in durumlarını şaşırtıcı
mı buldun?
Tefsircilere göre «kehf», dağda bulunan
genişçe mağara demektir. «Rakîm»in ne olduğu
konusunda kesin bir sonuca varılamamıştır. Ancak
şu manalardan birine gelebileceği belirtilmiştir: Mağaranın
bulunduğu dağ ya da vâdi; Ashâb-ı Kehf’in isimlerinin
yazılı bulunduğu kitâbe. Sahîh-i Buharî’deki bir
rivayete göre de Ashâb-ı Rakîm, Ashâb-ı Kehf’in dışında
üç kişilik bir topluluktur ki bunlar, yağmurlu bir havada sığındıkları
mağaranın girişini büyük bir kayanın tıkaması
ile mağarada mahsur kalırlar. Her biri, vaktiyle yapmış
olduğu güzel bir davranışı yâdederek kurtuluş
niyaz ederler. Onlar dua ettikçe kaya biraz daha açılır ve
sonunda kurtulurlar.
Ancak, tercihe şâyan görüş, Rakîm’in,
Ashâb-ı Kehf’in isimlerinin yazılı bulunduğu kitâbenin
adı olduğudur.
10. O (yiğit) gençler
mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz!
Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan
bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi.
11. Bunun üzerine biz de
o mağarada onların kulaklarına nice yıllar
perde koyduk (uykuya daldırdık.)
12. Sonra da iki guruptan
hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini
görelim diye onları uyandırdık.
13. Biz sana onların
başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz.
Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de
onların hidayetini arttırdık.
14. Onların
kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı
karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim
Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına
tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş
oluruz.
15. Şu bizim
kavmimiz Allah'tan başka tanrılar edindiler. Bari bu
tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!)
Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı?
16. (İçlerinden
biri şöyle demişti:) «Madem ki siz onlardan ve onların
Allah'ın dışında tapmakta oldukları
varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya
sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın
ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.»
17. (Resûlüm! Orada
bulunsaydın) güneşi görürdün: Doğduğu
zaman mağaralarının sağına meyleder;
batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (Böylece)
onlar (güneş ışığından rahatsız
olmaksızın) mağaranın bir köşesinde
(uyurlardı). İşte bu, Allah'ın âyetlerindendir.
Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır,
kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek
bir dost bulamazsın.
18. Kendileri uykuda
oldukları halde sen onları uyanık sanırdın.
Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın
girişinde ön ayaklarını uzatmış
yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali
olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden
için korku ile dolardı.
19. Böylece biz, aralarında
birbirlerine sormaları için onları uyandırdık:
İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi.
(Kimi) «Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık»
dediler; (kimi de) şöyle dediler: «Rabbiniz, kaldığınız
müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini
şu gümüş paranızla şehre gönderin de,
baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise
size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik davransın
(gizli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.»
20. «Çünkü onlar eğer
size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler
veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah
olmazsınız.»
Beyzâvî’nin naklettiğine göre şehre
gönderilen adam, elindeki parayı harcamak üzere çıkarınca,
şehir halkı, paranın üstündeki kral Dekyanos’un
resmini görür ve adamın bir hazine bulduğunu sanarak
kendisini devrin hükümdarına götürürler. Aradan uzun zaman geçmiştir.
Artık bu hükümdar, tevhid akidesine bağlı bir hıristiyandır.
Genç adam, krala başlarından geçeni anlatır. Hep
birlikte mağaraya giderler ve gencin anlattıklarının
doğruluğunu hayretler içinde görürler. Yeniden dirilmenin
imkânını isbatlayan bu müşahededen sonra, Allah Teâlâ
bu gençleri tekrar ebediyet uykusuna daldırır.
21. Böylece (insanları)
onlardan haberdar ettik ki, Allah'ın vâdinin hak olduğunu,
kıyametin şüphe götürmez olduğunu bilsinler.
Hani onlar aralarında Ashâb-ı Kehf'in durumunu tartışıyorlardı.
Dediler ki: «Üzerlerine bir bina yapın. Rableri onları
daha iyi bilir.» Onların durumuna vâkıf olanlar ise:
«Bizler, kesinlikle onların yanıbaşlarına
bir mescit yapacağız» dediler.
22. (İnsanların
kimi:) «Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir»
diyecekler; yine: «Beş kişidir; altıncıları
köpekleridir» diyecekler. (Bunlar) bilinmeyen hakkında
tahmin yürütmektir. (Kimileri de:) «Onlar yedi kişidir;
sekizincisi köpekleridir» derler. De ki: Onların sayılarını
Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır.
Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delillerin açık
olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar
hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden
malumat isteme.
23, 24. Allah'ın
dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe)
hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım»
deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: «Umarım
Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola
iletir» de.
25. Onlar mağaralarında
üç yüzyıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır.
Buna göre Ashâb-ı Kehf, mağarada 309 yıl
kalmış oluyorlardı. Bazı tefsirlerde bu sayının
kamerî takvime göre olduğu belirtilmektedir. 309 kamerî yılın
karşılığı ise milâdî üç asırdır.
Rivayete göre
ehl-i kitaptan bazıları, Ashâb-ı
Kehf’in mağaraya girişinden itibaren Hz. Muhammed (s.a.)in
zamanına kadar geçen sürenin 300 sene olduğunu iddia etmişlerdir
ki, Allah Teâlâ, 26. âyeti ile onların bu iddiasını
reddetmektedir:
26. De ki: Ne kadar kaldıklarını
Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na
aittir. O'nun görmesi de, işitmesi de şâyanı
hayrettir. Onların (göklerde ve yerde olanların),
O'ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına
kimseyi ortak etmez.
27. Rabbinin Kitabı'ndan
sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek
yoktur. O'ndan başka bir sığınak da bulamazsın.
28. Sabah akşam
Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle
birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü
isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan
gafil kıldığımız, kötü arzularına
uymuş ve işi gücü aşırılık olan
kimseye boyun eğme.
Bazı Kureyş ileri gelenleri Hz.
Peygamber’den Allah’a ve Resûl’üne candan bağlı, fakat
maddi bakımdan fakir müminleri yanından kovmalarını
istemişler, böyle yaptığı takdirde kendisi ile görüşüp
konuşabileceklerini söylemişlerdi. İşte bu âyet,
Beyzâvî’nin tefsirinde de belirtildiği gibi, üstünlük ve
şerefin, bedeni ve maddi zinette değil, gönül zinetinde,
yani iman ve güzel yaşayışta olduğunu, dolayısıyla
müşriklerin bu isteğine değer vermemek gerektiğini
ifade etmektedir.
29. Ve de ki: Hak,
Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr
etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık
ki, onun duvarları kendilerini çepe çevre kuşatmıştır.
(Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş
maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne
fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!
30. İman edip de güzel
davranışlarda bulunanlar (bilmelidirler ki) biz, güzel
işler yapanların ecrini zâyi etmeyiz.
31. İşte
onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri
vardır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak
orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın dîbâdan
yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık
ve ne güzel kalma yeri!
32. Onlara, şu iki
adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı
vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla
donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik.
33. İki bağın
ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı.
İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık.
34. Bu adamın başka
geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken
ona şöyle dedi: «Ben, servetçe senden daha zenginim;
insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.»
Bu iki kişinin kimliği konusunda mevcut
görüşler şunlardır:
(1) Mahzum kabilesinden Mekkeli iki kardeştirler.
(2) Maksat Allah Resûlü ile Mekkeli müşriklerdir.
(3) Allah’a inanan ve inanmayan herkes için geçerli
bir misaldir.
(4) Lu’ayne b. Hısn ve ashabı ile
Selman,
Suheyb ve ashabı arasında bir benzetmedir.
(5) Babalarından kalan büyük çapta bir mirası
birisi inancının gereği gibi, diğeri de inançsızlığın
gereği gibi harcayan iki İsrailli kardeştirler...
Hepsinde ortak olan nokta: İman etmeksizin, serveti tek gaye
edinerek mal yığma tutkusunun insanı zulme ve hüsrana sürükleyeceği
gerçeğidir.)
35. (Böyle gurur ve
kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle
dedi: «Bunun, hiçbir zaman yok olacağını
sanmam.»
36. «Kıyametin
kopacağını da sanmıyorum. Şayet
Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki,
(orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.»
37. Karşılıklı
konuşan arkadaşı ona hitaben: «Sen, dedi, seni
topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra seni
bir adam biçimine sokan Allah'ı inkâr mı ettin?»
Servetinin ve adamlarının çokluğuyla
gururlanan bu kişinin ahireti inkâr ettiği, 36. âyetin başında
anlatılmıştı. 37. âyette ise bu kişi Allah’ı
inkâr etmekle itham ediliyor. Şu halde, Beyzâvî’nin de işaret
ettiği gibi, ahireti inkâr etmek, bir bakıma Allah’ı
inkâr etmek demektir. Zira, ahiretin imkânsızlığını
savunmak, Allah’ın gücünün sonsuzluğundan şüphe
etmenin bir sonucudur. Nitekim bu kişiye, kendisinin yaratılış
safhaları hatırlatılmak suretiyle bu kudretin sahibi olan
Allah’ın kıyameti de gerçekleştirme gücünde olduğu
isbatlanmak istenmiştir.
38. «Fakat O Allah benim
Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.»
39. «Bağına
girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır,
deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz
görüyorsan (şunu bil ki):»
40. «Belki Rabbim bana,
senin bağından daha iyisini verir; senin bağına
ise gökten yıldırımlar gönderir de bağ
kupkuru bir toprak haline gelir.»
41. «Yahut, bağının
suyu dibe çekilir de bir daha onu arayıp bulamazsın.»
42. Derken onun serveti
kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna
yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup
kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü.
«Ah, diyordu, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış
olsaydım!»
43. Kendisine Allah'tan
başka yardım edecek destekçileri olmadığı
gibi kendi kendini de kurtaracak güçte değildi.
44. İşte burada
yardım ve dostluk, Hak olan Allah'a mahsustur. Mükâfatı
en iyi olan O, en güzel âkıbeti veren yine O'dur.
45. Onlara şunu da
misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir
su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip)
birbirine karışmış; arkasından rüzgârın
savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her
şey üzerinde iktidar sahibidir.
Allah Teâlâ, 45. âyetteki teşbih ile dünya
hayatının geçiciliğini, ibret nazarıyla bakan insanın,
bir bitkide dahi kendi hayatının başlama, gelişme ve
tükenip son bulma safhalarını açık bir şekilde görebileceğini
belirttikten sonra, insana yaraşanın, dünyanın geçici
zinetlerine aldanmak yerine, kısa süren dünya hayatında
yapacağı iyi işlerle ebedî saadete erişmek olduğuna
46. âyette işaret etmektedir.
46. Servet ve oğullar,
dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler
ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem
de ümit bağlamaya daha lâyıktır.
47. (Düşün) o günü
ki, dağları yerinden götürürüz ve yeryüzünün çırılçıplak
olduğunu görürsün. Hiçbirini bırakmaksızın
onları (tüm ölüleri) mahşerde toplamış
olacağız.
48. Ve hepsi sıra sıra
Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır:
Andolsun ki sizi ilk defasında yarattığımız
şekilde bize geldiniz. Oysa size vâdedilenlerin tahakkuk
edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız,
değil mi?
Bu âyetle ilgili olarak Kurtubî bir hadis
nakleder ve hadisi bu âyete en özlü tefsir sayar: «Kıyamet günü
Allah Teâlâ yüksek bir sesle seslenir ve şöyle der: Ey kullarım!
Ben Allah’ım, benden başka ilâh yoktur. Ben acıyanların
en acıyanı, hüküm verenlerin en âdili ve hesap görenlerin
en süratlisiyim. Bugün size korku yok. Üzülmeyeceksiniz de.
Delillerinizi hazırlayın, kolay cevap verin. Çünkü
sorumlusunuz, hesaba çekileceksiniz. Ey meleklerim! Hesapları görülmek
üzere kullarımı ayak parmakları üzerinde sıra sıra
dikin.»
49. Kitap ortaya konmuştur:
Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş
olduklarını görürsün. «Vay halimize! derler, bu
nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey
bırakmaksızın (yaptıklarımızın)
hepsini sayıp dökmüş!» Böylece yaptıklarını
karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin
hiç kimseye zulmetmez.
50. Hani biz meleklere:
Âdem'e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere,
onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin
emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz,
beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost
ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır.
Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!
51. Ben onları (İblis
ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına,
ne de bizzat kendilerinin yaratılışına
şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları yardımcı
edinecek değilim.
52. Yine o günü (düşünün
ki, Allah, kâfirlere): Benim ortaklarım olduklarını
ileri sürdüğünüz şeyleri çağırın!
buyurur. Çağırmışlardır onları;
fakat kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların
arasına tehlikeli bir uçurum koyduk.
53. Suçlular ateşi
görür görmez, orayı boylayacaklarını iyice
anladılar; ondan kurtuluş yolu da bulamadılar.
54. Hakikaten biz bu
Kur'an'da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür.
Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık
insandır.
55. Kendilerine hidayet
geldiğinde insanları iman etmekten ve Rablerinden mağfiret
talep etmekten alıkoyan şey, sadece, öncekilerinin başına
gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın
göz göre göre kendilerine gelmesini beklemeleridir!
56. Biz resulleri, sadece
müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir
olanlar ise, hakkı bâtıla dayanarak ortadan kaldırmak
için bâtıl yolla mücadele verirler. Onlar âyetlerimizi
ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.
57. Kendisine Rabbinin âyetleri
hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi
elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim
vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına
engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık
verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık
ebediyen hidayete eremeyeceklerdir.
58. Senin, bağışı
bol olan Rabbin merhamet sahibidir; şayet yaptıkları
yüzünden onları (hemen) muaheze edecek olsaydı,
onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat kendilerine tanınmış
belli bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp
kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır.
59. İşte şu
ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları
helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.
60. Bir vakit Musa genç
adamına demişti ki: «Durup dinlenmeyeceğim; tâ
iki denizin birleştiği yere kadar varacağım,
yahut senelerce yürüyeceğim.»
Tefsirlerde, Musa’nın genç adamının,
Yûşâ b. Nûn adında biri olduğu, Yûşâ’nın
Hz. Musa’ya hizmet ettiği, ondan ilim öğrendiği
rivayet edilmektedir.
Âyette sözü edilen iki denizin hangi denizler olduğuna
dair bir açıklık yoktur. Bunların Hazar Denizi ile
Karadeniz olduğu, yahut Nil Nehri’nin Sudan’daki iki kolu olan
Beyaz Nil ile Mavi Nil olabileceği ifade edilmektedir. Bir başka
anlayışa göre bu iki denizden biri Hz. Musa, diğeri de Hızır
(a.s.)dır. Çünkü Musa zâhir âleminin, Hızır da bâtın
âleminin denizidir.
61. Her ikisi, iki
denizin birleştiği yere varınca balıklarını
unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti.
Rivayete göre genç bir yakını ile Hz.
Musa bu yolculuğa, Allah tarafından, kendisinden daha bilgili
olduğu haber verilen Hızır ile buluşmak için çıkmıştı.
Yanlarında bir de cansız balık vardı. Bu balık
Allah’ın kudreti ile nerede canlanır, denize sıçrayıp
giderse bu, Hızır’ın orada olduğuna işaret
olacaktı.
62. (Buluşma
yerlerini) geçip gittiklerinde Musa genç adamına: Kuşluk
yemeğimizi getir bize. Hakikaten şu yolculuğumuz
yüzünden başımıza (epeyce) sıkıntı
geldi, dedi.
63. (Genç adam:) Gördün
mü! dedi, kayaya sığındığımız
sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı
bana şeytandan başkası unutturmadı. O,
şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup
gitmişti.
Burada Hz. Musa’nın genç arkadaşına
şaşkınlık veren, ölmüş bir balığın,
bir mucize neticesinde canlanarak denize akıp gitmesidir. Bu
mucizenin tahakkuk ettiği yer, Hz. Hızır’ın
bulunduğu yer idi. Musa bunu bildiği için adamına, balığın
canlanarak denize girmesi halinde bundan kendisini haberdar etmesini
tenbihlemiş, fakat bir kayanın yanında istirahata çekildikleri
ve belki de Hz. Musa’nın uykuya daldığı bir sırada
balık denize sıçradığı halde adam haber verme
görevini unutmuş, bir süre daha ilerleyip, Hz. Musa yemekten
bahsedince arkadaşı balığın denize gittiğini
hatırlatmıştı.
64. Musa: İşte
aradığımız o idi, dedi. Hemen izlerinin üzerine
geri döndüler.
65. Derken, kullarımızdan
bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy
ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan
bir ilim öğretmiştik.
66. Musa ona: Sana öğretilenden,
bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen
için sana tâbi olayım mı? dedi.
67. Dedi ki: Doğrusu
sen benimle beraberliğe sabredemezsin.
68. (İç yüzünü)
kavrayamadığın bir bilgiye nasıl
sabredersin?
69. Musa: İnşaallah,
dedi, sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı
gelmem.
70. (O kul:) Eğer
bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir
şey hakkında bana soru sorma! dedi.
71. Bunun üzerine yürüdüler.
Nihayet gemiye bindikleri zaman o (Hızır) gemiyi
deldi. Musa: Halkını boğmak için mi onu deldin?
Gerçekten sen (ziyanı) büyük bir iş yaptın!
dedi.
72. (Hızır:)
Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?
dedi.
73. Musa: Unuttuğum
şeyden dolayı beni muaheze etme; işimde bana güçlük
çıkarma, dedi.
74. Yine yürüdüler.
Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır)
hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: Tertemiz bir canı, bir
can karşılığı olmaksızın
(kimseyi öldürmediği halde) katlettin ha! Gerçekten sen
fena bir şey yaptın!
75. (Hızır:)
Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim
mi? dedi.
76. Musa: Eğer,
dedi, bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana
arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan
(ileri sürebilecek) mazeretin sonuna ulaştın.
Bu sözü ile Hz. Musa, artık özür
dileyecek hali kalmadığını anlatmak istemişti.
77. Yine yürüdüler.
Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek
istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar.
Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar.
(Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa: Dileseydin,
elbet buna karşı bir ücret alırdın, dedi.
78. (Hızır)
şöyle dedi: «İşte bu, benimle senin aramızın
ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin
şeylerin içyüzünü haber vereceğim.»
79. «Gemi var ya, o,
denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak
istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam)
gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.»
Şu halde Hızır, fakir denizcilerin
gemisini yaralamakla, kralın bu gemiyi gasbetme ihtimalini ortadan
kaldırmış, böylece bu fakirlere iyilik etmişti.
80. «Erkek çocuğa
gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun)
onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından
korktuk.»
Zira Hızır (a.s.), bu çocuğun
ileride zalim biri olacağını, temiz birer mümin olan
ebeveynine karşı azgınlık ve nankörlük göstereceğini,
yahut çocuk sevgisi yüzünden ana-babasının manevi hayatlarının
tehlikeye düşeceğini biliyordu; Allah bunu Hızır’a
bildirmişti.
81. (Devam etti:) «Böylece
istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve
daha merhametlisini versin.»
82. «Duvara gelince,
şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara
ait bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi.
Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler
ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar.
Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte,
hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü
budur.»
83. (Resûlüm!) Sana Zülkarneyn
hakkında soru sorarlar. De ki: Size ondan bir hatıra
okuyacağım.
Âyette, müşriklerin veya yahudilerin, hakkında
soru sorduğu belirtilen Zülkarneyn’in kim olduğu kesin
olarak bilinmemektedir. Beyzâvî tefsirinde bunun Büyük İskender
olduğu, peygamberliği kesin olmamakla beraber, iyi bir mümin
olduğu konusunda ittifak bulunduğu zikredilmekte; «cihan
hakimiyetine ulaşmış olduğundan veya İran ve
Roma imparatoru olduğundan ya da, bir yiğitlik simgesi olmak
üzere tacında iki boynuz bulunduğundan» kendisine Zülkarneyn
denildiği belirtilmekte ise de, bu görüş bir kısım
tefsirciler tarafından fazla tasvip görmemiştir. Burada sözü
edilen kişi Allah’ın kitabına mazhar olduğuna göre
Kral İskender’den daha önce gelmiş bir peygamber olması
ihtimali kuvvet kazanmaktadır.
84. Gerçekten biz onu
yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona
(muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir vasıta
ve yol) verdik.
85. O da bir yol tutup
gitti.
86. Nihayet güneşin
battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta
batar buldu. Onun yanında (orada) bir kavme rastladı.
Bunun üzerine biz: Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya
haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin, dedik.
Tefsirlerde nakledildiğine göre Zülkarneyn,
batıda Atlas okyanusuna, yahut Karadeniz’e kadar gitti. Orada güneşin
deniz ufkunda batışını seyretti. Ancak, koca kâinat
içinde bu deniz, kendisine bir su gözesi kadar küçük geldi. Güneş,
sislerle kaplı deniz ufkunda, sanki balçıklı bir su gözesine
gömülür gibi batıyordu. Sahilde karşılaştığı
kavim, müfessirlerin kanaatına göre, kâfir bir millet idi. O yüzden
Allah Teâlâ, Zülkarneyn’i, bu kavmi cezalandırmak veya eğitmek,
irşad etmek, böylece iyilikle yola getirmek arasında muhayyer
kıldı.
87. O, şöyle dedi:
«Haksızlık edeni cezalandıracağız;
sonra o, Rabbine gönderilecek; sonra Allah da ona korkunç bir
azap uygulayacak.»
88. «İman edip de
iyi davranan kimseye gelince, onun için de en güzel bir karşılık
vardır. Ve buyruğumuzdan, ona kolay olanını
söyleyeceğiz.»
89. Sonra yine bir yol
tuttu.
90. Nihayet güneşin
doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim
üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı
bir örtü yapmamıştık.
Zülkarneyn, batıda işlerini bitirdikten
sonra doğunun yolunu tuttu. En sonunda, ihtimal Asya’nın doğu
kıyılarına, Hint okyanusuna, yahut Hazar denizine ulaştı.
Burada karşılaştığı insanlar, rivayete göre,
güneşin ışığına ve sıcağına
karşı korunmak için elbise ve ev yapmasını
bilmiyorlardı.
91. İşte böylece
onunla ilgili her şeyden haberdardık.
92. Sonra yine bir yol
tuttu.
93. Nihayet iki dağ
arasına ulaştığında onların önünde,
hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.
94. Dediler ki: Ey Zülkarneyn!
Bu memlekette Ye'cûc ve Me'cûc bozgunculuk yapmaktadırlar.
Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi
verelim mi?
95. Dedi ki: «Rabbimin
beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır.
Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına
aşılmaz bir engel yapayım.»
96. «Bana, demir kütleleri
getirin.» Nihayet dağın iki yanı arasını
aynı seviyeye getirince (vadiyi doldurunca): «Üfleyin (körükleyin)!»
dedi. Artık onu kor haline sokunca: «Getirin bana, üzerine
bir miktar erimiş bakır dökeyim» dedi.
97. Bu sebeple onu ne aşmaya
muktedir oldular ne de onu delebildiler.
98. Zülkarneyn: Bu,
Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vâdi gelince, O, bunu
yerle bir eder. Rabbimin vâdi haktır, dedi.
99. O gün (kıyamet
gününde bakarsın ki) biz onları, birbirine çarparak
çalkalanır bir halde bırakmışızdır;
Sûr'a da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle
bir araya getirmişizdir.
100, 101. Ve, gözleri
beni görmeye kapalı bulunan, kulak vermeye de tahammül
edemez olan kâfirleri o gün cehennemle yüz yüze getirmişizdir.
102. Kâfirler, beni bırakıp
da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar?
Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.
103. De ki: Size, (yaptıkları)
işler bakımından en çok ziyana uğrayanları
bildirelim mi?
104. (Bunlar;) iyi işler
yaptıklarını sandıkları halde, dünya
hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.
105. İşte
onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr
eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir ki, biz
onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız.
Kıyamet terazisinde ağır çeken
iman ve sâlih ameldir. Kâfirlerin ise hayırlı işleri
bulunmadığından mizanları boş kalacak; dünyada
çoğu insanın değer verdiği şeyler orada değersiz
sayılacaktır.
106. İşte, inkâr
ettikleri, âyetlerimi ve resûllerimi alaya aldıkları
için onların cezası cehennemdir.
107. İman edip iyi
davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için makam
olarak Firdevs cennetleri vardır.
108. Orada ebedî
kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler.
109. De ki: Rabbimin sözleri
için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek
dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.
Bu âyette Allah’ın sözlerinden maksat,
O’nun ilim ve hikmetidir. Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmeti
sonsuz ve sınırsız; denizler ise, çokluğuna rağmen,
sonlu ve sınırlıdır. Şu halde, Allah’ın
ilim ve hikmetini yazmak için mürekkep olarak, deryaların dahi
kifâyetsiz geleceği âşikârdır.
110. De ki: Ben, yalnızca
sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın,
sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her
kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın
ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.
|