Sûre 78 âyettir. Müfessirlerin çoğunluğuna
göre 19. âyetten itibaren 6 âyet Medine’de, diğerleri
Mekke’de nâzil olmuştur.
Bu sûrede, hac farizasının daha önce
Hz.
İbrahim tarafından başlatıldığından
ve Hz. Muhammed (s.a.) tarafından da devam ettirildiğinden
bahsedildiği için sûreye «Hac sûresi» denilmiştir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Ey insanlar!
Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş
bir şeydir!
2. Onu gördüğünüz
gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur,
her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları
da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir;
fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir!
3. İnsanlardan,
bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya
giren ve her inatçı şeytana uyan birtakım
kimseler vardır.
Bazı müfessirlere göre bu âyetteki «şeytan»
dan maksat, inkârcıların ileri gelenleri, şeytan kadar
azgınlaşmışları da olabilir.
4. Onun (şeytan)
hakkında şöyle yazılmıştır: Kim
onu yoldaş edinirse bilsin ki (şeytan) kendisini saptıracak
ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir.
5. Ey insanlar! Eğer
yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki,
biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış
yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra)
belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları
zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size
(kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş
bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek
olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü
çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz).
İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün
en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen
bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen,
yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat
biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır,
kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı
bitkiler verir.
Allah Teâlâ bu âyette, öldükten sonra tekrar
dirilmeyi inkâr edenlere karşı, önce, insanın yaratılışının
seyrini veciz bir şekilde ifade buyuruyor. Burada insanın
nutfe, yani sperma halinden başlayarak dünyaya gelişine
kadarki bu oluşumu açıklanmıştır.
«Alaka» kelimesi arapçada «ilişik, ilişki,
kulp, sülük, tutunmak, yakalanmak, donmuş kan» gibi manalarda
kullanılmaktadır. İnsanın oluşumunda kullanılan
«alaka» kadının, sperm tarafından aşılanmış
ve rahme yerleşmiş yumurtasıdır.
6. Çünkü Allah hakkın
ta kendisidir; O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla
kadirdir.
7. Kıyamet vakti de
gelecektir; bunda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerdeki
kimseleri diriltip kaldıracaktır.
8, 9. İnsanlardan
bazısı, bir bilgisi, bir rehberi ve (vahye dayanan)
aydınlatıcı bir kitabı olmadığı
halde, sırf Allah yolundan saptırmak için yanını
eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) Allah hakkında
tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir rezillik
vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı
azabı tattıracağız.
10. İşte bu, önceden
yapıp ettiklerin yüzündendir (denilir). Elbette Allah
kullarına haksızlık edici değildir.
11. İnsanlardan kimi
Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki:
Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de
musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir).
O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir.
İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.
Bu âyet, dine kalbî bir inançla değil de,
kendisine dünyevî bir fayda sağlayacağı ümidi ile bağlananları
kınamaktadır. Nitekim, tefsirlerde nakledildiğine göre
bu âyet, «Eârib» denen bir kabile hakkında nâzil olmuştur.
Bunlar Medine’ye hicret etmişlerdi. İçlerinden biri, bedeni
sıhhatli olduğu, atları güzel kulunlar verdiği, karısı
sağlıklı çocuklar doğurduğu, malı mülkü
arttığı zaman, «Ne iyi ettim de şu dine girdim! Bu
sayede çok şeyler kazandım!» diyerek sevinirdi. Durum
tersine dönüp bir ziyana uğradığında ise, «Başıma
bir yığın kötülük geldi!..» gibi sözlerle dinden çıkardı.
12. O, Allah'ı bırakıp,
kendisine ne faydası, ne de zararı dokunacak olan
şeylere yalvarır. Bu, (haktan) büsbütün uzak olan
sapıklığın ta kendisidir.
13. O, zararı faydasından
daha (akla) yakın olan bir varlığa yalvarır.
O (yalvardığı), ne kötü bir yardımcı,
ne kötü bir dosttur!
14. Muhakkak ki Allah,
iman edip iyi davranışlarda bulunan kimseleri,
zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul eder. Şüphesiz
Allah dilediği şeyi yapar.
15. Her kim, Allah'ın,
dünya ve ahirette ona (Resûlüne) asla yardım etmeyeceğini
zannetmekte ise, (Allah ona yardım ettiğine göre) artık
o kimse tavana bir ip atsın; (boğazına geçirsin);
sonra da (ayağını yerden) kessin! Şimdi bu
kimse baksın! Acaba, hilesi (bu yaptığı), öfke
duyduğu şeyi (Allah'ın Peygamber'e yardımını)
gerçekten engelleyecek mi?
Bu âyet şu manada da anlaşılmıştır:
«Her kim, Allah’ın Resûlüne dünya ve ahirette yardım
etmeyeceğini zannediyor idiyse, bir merdivenle göğe çıksın
da Peygamber’e gelen vahyi kessin! Bunu yapamayacağına göre,
şimdi baksın bakalım hilesi, öfke duyduğu şeyi,
yani Allah’ın Peygamber’e yaptığı yardımı
engelleyebiliyor mu?»
16. İşte böylece
biz o Kur'an'ı açık seçik âyetler halinde indirdik.
Gerçek şu ki Allah dilediği kimseyi doğru yola
sevkeder.
17. Mümin olanlar,
yahudi olanlar, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve müşrik
olanlara gelince, muhakkak ki Allah, bunlar arasında kıyamet
gününde (ayrı ayrı) hükmünü verir. Çünkü Allah
her şeyi hakkıyla bilendir.
18. Görmez misin ki, göklerde
olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar,
dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu
Allah'a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur.
Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli
kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini
yapar.
Allah’ın yarattıkları şuurlu
ve şuursuz olmak üzere ikiye ayrılabilir. Akıl ve şuurdan
mahrum olan yaratıklar ilâhî kanunlara tâbi olarak O’na boyun
eğmekte ve kendi dilleriyle (lisan-ı hal ile) O’nu tenzih
ederek tesbihte bulunmaktadırlar. Akıllı yaratıklar
olan insanlarda seçme hürriyeti vardır. Allah’a değil de
başka şeylere kulluğu tercih edenler insanlık değerlerini
kaybetmiş olurlar ve bunu onlara kimse kazandıramaz. Âyette
sayılan varlıkların Allah’a secde etmelerinin manası
için ayrıca bak. İsrâ 17/44.
19. Şu iki gurup,
Rableri hakkında çekişen iki hasımdır:
İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir.
Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!
20. Bununla, karınlarının
içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir!
21. Bir de onlar için
demir kamçılar vardır!
22. Izdıraptan dolayı
oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler
ve: «Tadın bu yakıcı azabı!» (denilir).
23. Muhakkak ki Allah,
iman edip iyi davranışlarda bulunanları,
zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul eder. Bunlar
orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler. Orada
giyecekleri ise ipektir.
24. Ve onlar, sözün en
güzeline yöneltilmişler, övgüye lâyık olan Allah'ın
yoluna iletilmişlerdir.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre âyetteki
«sözün en güzeli» ifadesinden maksat, Kelime-i Tevhid veya Kelime-i
Şehâdettir.
25. İnkâr edenler,
Allah'ın yolundan ve -yerli, taşralı- bütün
insanlara eşit (kıble veya mâbed) kıldığımız
Mescid-i Harâm'dan (insanları) alıkoymaya kalkanlar (şunu
bilmeliler ki) kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak
isterse ona acı azaptan tattırırız.
26. Bir zamanlar İbrahim'e
Beytullah'ın yerini hazırlamış ve (ona
şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş
tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye
varanlar için evimi temiz tut.
27, 28. İnsanlar
arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse
nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde,
kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri,
Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği
kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın
ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye)
gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula,
fakire yedirin.
Müfessirlere göre, âyetin birinci cümlesinde işaret
edilen faydalar, hem dünyevî, hem de uhrevîdir. Dünyevî olanı,
haccın insan üzerinde meydana getirdiği ahlâkî tesirler ile
ticarî ve ictimaî faydalardır. Uhrevî olanları ise,
Allah’ın hoşnutluğu ve O’nun müminlere olan af ve mağfiretidir.
Müslümanların, Allah’ın ismini anarak
kurban kesmeleri emredilen «belli günler»e «eyyâm-ı nahr =
kurban kesme günleri» denilir ki bunlar, Zilhicce ayının 10,
11 ve 12. günleridir.
29. Sonra kirlerini
gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski
Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler.
Hacıların kirlerini gidermelerinden
maksat, özellikle tıraş olmaları, tırnaklarını
kesmeleri, koltuk altlarını ve kasıklarını
temizlemeleri ve genel olarak bütün bedenî kirlerden arınmalarıdır.
«Eski Ev’i tavaf etsinler» demek, «Kâbe’nin etrafını
dolaşsınlar» demektir ki, bir defa dolaşmaya bir «şavt»
denilir. Tavaf, yedi şavttan ibarettir. Bunlardan dördü farz,
üçü vâcibdir. Bu, haccın rükünlerinden olan tavaftır ve
adına «tavaf-ı ziyaret» denir. Ayrıca bir de «tavaf-ı
kudûm» ve «tavaf-ı sader» vardır ki, ilki, Kâbe’ye ilk
varıldığında yapılan kavuşma tavafı,
diğeri de ayrılırken yapılan vedâ tavafıdır.
30. Durum böyle. Her
kim, Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse,
bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır.
(Haram olduğu) size okunanların dışında
kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde,
pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.
31. Kendisine ortak koşmaksızın
Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler
olun). Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp
parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış,
yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne)
gibidir.
Şu halde, bu âyete göre Allah’a ortak koşmak,
mânen bir düşüştür. Müşrik olmak öyle tehlikelidir
ki, insanın mânevi varlığını paramparça eder;
bir kasırga gibi onu uçurumlara sürükler.
32. Durum öyledir. Her
kim Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz
bu, kalplerin takvâsındandır.
33. Onlarda (kurbanlık
hayvanlarda veya hac fiillerinde) sizin için belli bir süreye
kadar birtakım yararlar vardır. Sonra bunların
varacakları (biteceği) yer, Eski Ev'e (Kâbe'ye)
kadardır.
34. Biz, her ümmete
-(Kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık
olarak verdiklerimiz üzerine Allah'ın adını ansınlar
diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, İlâhınız,
bir tek İlâh'tır. Öyle ise, O'na teslim olun. (Ey
Muhammed!) O ihlâslı ve mütevazi insanları müjdele!
35. Onlar öyle kimseler
ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına
gelene sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.
36. Biz, büyük baş
hayvanları da sizin için Allah'ın (dininin) işaretlerinden
(kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır.
Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine
Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü
yere düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında)
onlardan hem kendiniz yeyin, hem de ihtiyacını
gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu
hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize
verdik.
37. Onların ne
etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na
sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete
erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız
diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi.
(Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!
Bu âyet, genel olarak bütün ibadetlerde iyi
niyet ve ihlâsın gerekliliğini ortaya koymaktadır. Anlaşılıyor
ki, ibadetlerimizde bizi Allah rızasına ulaştıracak
olan temel unsur, kalplerimizin takvâsı, yani bu ibadetleri, gösterişten
uzak olarak sırf Allah rızası için yapma çabasıdır.
Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde, «Amellerin kıymeti ancak
niyetlere göredir. Herkesin niyeti ne ise, eline geçecek olan da odur»
buyurmuşlardır.
38. Allah, iman edenleri
korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan
herkesi sevgisinden mahrum eder.
39. Kendileriyle savaşılanlara
(müminlere), zulme uğramış olmaları
sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok
ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.
Mekke’li müşrikler, Hz. Peygamber’e ve
arkadaşlarına, özellikle fakir ve kimsesiz müslümanlara çeşitli
işkence ve saldırıda bulunuyorlar ve bu mazlum insanlar,
Hz. Peygamber’e gelerek durumdan şikâyetçi oluyorlardı.
Resûlüllah (s.a.) ise, henüz savaş izni çıkmadığını
söylüyor, şimdilik sabırlı ve metîn olmalarını
öğütlüyordu. Abdullah b. Abbas’ın rivayetine göre, bu âyet
ile ilk defa savaşa izin verilmiş oldu.
40. Onlar, başka değil,
sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız
yere yurtlarından çıkarılmış
kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları
(kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi,
mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan
manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır
giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere
muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür,
galiptir.
41. Onlar (o müminler)
ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı
kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten
nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır.
Bu âyet, özellikle iktidarı elde bulunduran
müslümanların hayatında intizam ve istikrarın gerekliliğini
ifade etmektedir. Ayrıca, namaz ve zekât görevlerinin hemen ardından
«iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek» görevine yer
verilmesi, ictimaî ahlâk ve nizamı koruyup geliştiren yöneticilerin
üstün değerini ifade etmektedir.
42, 43, 44. (Resûlüm!)
Eğer onlar (inkârcılar) seni yalanlıyorlarsa, (şunu
bil ki) onlardan önce Nuh'un kavmi, Âd, Semûd, İbrahim'in
kavmi, Lût'un kavmi ve Medyen halkı da (peygamberlerini)
yalanladılar. Musa da yalanlanmıştı.
İşte ben o kâfirlere süre tanıdım, sonra
onları yakaladım. Nasıl oldu benim onları
reddim (cezalandırmam)!
Meâlde «benim reddim» şeklinde tercüme
edilen «nekîri» terkibine tefsirciler tarafından şu mana
verilmiştir: «Nimeti külfete, hayatı helâke ve mâmurluğu
yıkıma çevirişim.»
45. Nitekim, birçok
memleket vardı ki, o memleket (halkı) zulmetmekte
iken, biz onları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde
duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır.
Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız
kalmış) ulu saraylar vardır.
46. (Seni yalanlayanlar)
hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı
elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları
olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler
içindeki kalpler kör olur.
Bu âyet müslümanlara gezip dolaşmayı,
geçmiş milletlerden kalmış harabeleri tetkik edip, kötülükleri
yüzünden yok olup gitmiş milletlerin halinden ibret almayı
tavsiye etmektedir. Ancak, ibret almak bir basiret ve olgunluk işidir.
Âyette de belirtildiği gibi asıl körler, kalp gözlerini
kaybedenler; yani, tarihi basîretle inceleyip, tarihî olaylar üzerinde
düşünemeyen, bu yüzden de geçmiştekilerin işlediği
hataları tekrar edenlerdir.
47. (Resûlüm!) Onlar
senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vâdinden
asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin
saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.
Şu halde zaman izafîdir. Özellikle
insanlar, zamanın çabuk geçmesini istediklerinde, bir türlü geçmek
bilmeyişi bunu gösterir. Kaldı ki, bizim hesaplarımıza
göre bin yıl olan zaman parçası, Allah katında bir gün
kadar kısadır. Esasen âyetteki «bir gün» de azlıktan
kinâyedir. Çünkü Allah için, başı ve sonu belirlenmiş
bir zaman parçası değil, sonsuzluk söz konusudur.
48. Nice ülkeler var ki,
zulmedip dururlarken onlara mühlet verdim. Sonunda onları
yakaladım. Dönüş yalnız banadır.
49. De ki: Ey insanlar!
Ben ancak sizin için apaçık bir uyarıcıyım.
50. İman edip sâlih
ameller işleyen kimseler için mağfiret ve bol rızık
vardır.
51. Âyetlerimiz hakkında
(onları tesirsiz kılmak için) birbirlerini geri bırakırcasına
yarışanlara gelince, işte bunlar,
cehennemliklerdir.
52. (Ey Muhammed!) Biz,
senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, o, bir
temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille
de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne
var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi
iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (lafız ve mana
bakımından) sağlam olarak yerleştirir.
Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu âyet, peygamberlerin dahi yanılabileceğini,
ancak Allah’ın onları yanılgıdan ve şeytanın
vesvesesinden koruduğunu, böylece peygamberlerin, tebliğlerini
kusursuz bir şekilde yapma imkânına kavuştuklarını
anlatmaktadır. Bir tefsire göre de âyetin manası şöyledir:
«...O, vahyedileni okuduğu zaman şeytan dinleyenlerin
kalplerine bâtıl şüphe ve ihtimaller getirir.»
53. (Allah, şeytanın
böyle yapmasına müsaade eder ki) kalplerinde hastalık
olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın
kattığı şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın.
Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık
içindedirler.
54. Bir de, kendilerine
ilim verilenler, onun (Kur'an'ın) hakikaten Rabbin tarafından
gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar,
bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz
ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.
55. İnkâr edenler,
kendilerine o saat ansızın gelinceye, yahut da
(kendileri için hayır yönünden) kısır bir günün
azabı gelinceye kadar onun (Kur'an) hakkında hep
şüphe içindedirler.
Müfessirlere göre, âyette belirtilen «ansızın
gelecek olan saat», ölüm veya kıyamet; kâfirler için «hayır
yönünden kısır olan gün» ise müşriklerin tam bir
yenilgiye uğradığı Bedir savaşı günü ya
da benzeri gelmeyecek olan kıyamet günüdür.
56. O gün, mülk Allah'ındır.
İnsanlar arasında hüküm verir. (Bu hüküm gereği)
iman edip iyi davranışlarda bulunanlar Naîm
cennetlerinin içindedirler.
57. İnkâr edip âyetlerimizi
yalanlayanlara gelince, işte onlar için alçaltıcı
bir azap vardır.
58. Allah yolunda hicret
edip sonra öldürülen yahut ölenleri hiç şüphesiz
Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır.
Şüphesiz Allah, evet O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
59. Allah onları,
herhalde memnun kalacakları bir girilecek yere sokacaktır.
Allah, kesinlikle tam bir bilgi sahibidir, halîmdir.
60. İşte böyle.
Her kim, kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık
verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm
vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım
edecektir. Hakikaten Allah çok bağışlayıcı
ve mağfiret edicidir.
Kur’an-ı Kerim, muhtelif vesilelerle bağışlamanın
üstünlüğünü ifade buyurmuş, Âl-i İmrân sûresinin
134. âyetinde de görüldüğü gibi affetmeyi, iman ve ahlâk timsâli
olan takvâ sahiplerinin belli başlı sıfatlarından
biri olarak kabul etmiştir. Ancak, bu âyet gösteriyor ki,
affetmek, uyulması zorunlu bir emir değildir. Böylece
Kur’an, zulme uğrayan bir kimsenin, buna karşılık
verme hakkını mahfuz tutmuş; bununla beraber, kötülük
edene, ettiği kadarıyla karşılık vermek, yani
suç ve ceza dengesini muhafaza etmek gerektiğine de özellikle işaret
buyurmuştur.
61. Böylece (Allah, haksızlığa
uğrayana yardım edecektir ve buna kadirdir). Çünkü
Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Şu
da muhakkak ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir.
62. Böyledir. Çünkü
Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışındaki
taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Gerçek
şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür.
63. Görmedin mi, Allah,
gökten yağmur indirdi de bu sayede yeryüzü yeşeriyor.
Gerçekten Allah çok lütufkârdır, (her şeyden)
haberdardır.
64. Göklerde ve yerde ne
varsa O'nundur. Hakikaten Allah, yalnız O zengindir, övgüye
değerdir.
65. Görmedin mi, Allah,
yerdeki eşyayı ve emri uyarınca denizde yüzen
gemileri sizin hizmetinize verdi. Göğü de, kendi izni
olmadıkça yer üzerine düşmekten korur. Çünkü
Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.
Gündüz ve gece gökyüzünü süsleyen güneş,
ay ve sayısız yıldızı denge ve düzen içinde
tutan Allah’tır, O’nun kâinatta hüküm süren kanunlarıdır.
Bu denge ve düzen bozulsa bir yıldız parçası dünyayı
toz haline getirebilir.
66. O, (önce) size hayat
veren, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek olandır.
Gerçekten insan, çok nankördür.
64. âyette, göklerde ve yerde mevcut bütün eşyanın,
Allah’ın olduğu, yani bütün bunların yaratıcısının,
sahip ve mâlikinin Allah olduğu, O’nun, insanın da içinde
bulunduğu canlı-cansız bütün varlıkları, yalnız
yaratan değil, aynı zamanda onların sahibi olduğu, bütün
inceliklerine varıncaya kadar onları yönettiği, en
basitinden en karmaşığına kadar bütün varlık
ve olayların var olma ve devam etme şartlarını
O’nun hazırladığı, böylece her şeyin
kendisine muhtaç olduğu, fakat kendisinin hiçbir şeye muhtaç
olmadığı, bu sebeple O’nun, gerçekten övgüye lâyık
bulunduğu ifade buyuruldu. 65. âyet, Cenab-ı Hakk’ın,
özellikle insanlığa karada ve denizde sağladığı
imkânları, dolayısıyla onlara olan engin şefkat ve
merhametini hatırlattıktan sonra, 66. âyet, Allah’ın
en büyük lütfu olan hayata; sonra, insanın ölüm ile birlikte
en büyük korkuyu duyduğu yokluğa mahkum edilmeyip yeniden
kavuşturulacağı ikinci hayata işaret buyurulmakta ve
bütün bu ikramlar karşısında bile Allah’a saygısızlık
gösteren insan, artık «nankör» olarak nitelenmektedir.
67. Biz, her ümmete,
uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik. Öyle
ise onlar (ehl-i kitap) bu işte seninle çekişmesinler.
Sen, Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir
yoldasın.
68. Eğer seninle münakaşa
ve mücâdeleye girişirlerse: «Allah yaptığınızı
çok iyi bilmektedir» de.
69. Allah kıyamet gününde,
ihtilâf etmekte olduğunuz konulara dair aranızda hüküm
verecektir.
70. Bilmez misin ki,
Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir? Bu, bir kitapta (levh-i
mahfuzda) mevcuttur. Bu (eşya ve olayların bilgisine
sahip olmak), Allah için çok kolaydır.
71. Onlar, Allah'ı bırakıp,
Allah'ın kendisine hiçbir delil indirmediği,
kendilerinin dahi hakkında bilgi sahibi olmadıkları
şeylere tapıyorlar. Zalimlerin hiç yardımcısı
yoktur.
72. Âyetlerimiz açık
açık kendilerine okunduğunda, kâfirlerin suratlarında
hoşnutsuzluk sezersin. Onlar, kendilerine âyetlerimizi
okuyanların neredeyse üzerlerine saldırırlar. De
ki: Size bundan (bu öfke ve huzursuzluğunuzdan) daha kötüsünü
bildireyim mi? Cehennem! Allah, onu kâfirlere (ceza olarak)
bildirdi. O, ne kötü sondur!
73. Ey insanlar! (Size)
bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp
da yalvardıklarınız (taptıklarınız)
bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi
yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri
de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!
Görüldüğü gibi bu âyet, cahiliye
devrinin putperest Araplarına, taptıkları putların,
bir sinekten dahi âciz olduğunu ifade buyurmaktadır. Gerçekten,
sinek, çok zayıf bir varlık olmakla beraber, yine de bir canlıdır
ve bir iş yapma gücü vardır. İşte âyet, bir sineğe
karşı dahi kendisini savunamayan cansız putlara dua ve
ibadet edip onlardan yardım bekleyen cahiliye devri Araplarının
bu davranışlarındaki saçmalığı çok güzel
bir misal ile ortaya koymakta, sinek ve putların aciz olduğu
gibi, bu âciz putları Allah’a ortak koşup onlara dua eden,
onlardan bir şeyler bekleyenlerin de âciz oldukları
neticesine varmaktadır.
74. Onlar, (Bu âciz
putları Allah'a ortak koşmak suretiyle) Allah'ın
kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok
kuvvetlidir, çok üstündür.
75. Allah meleklerden de
elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir,
görendir.
76. Onların önlerindekini
de, arkalarındakini de (yaptıklarını da,
yapacaklarını da) bilir. Bütün işler Allah'a döndürülür.
77. Ey iman edenler! Rükû
edin; secdeye kapanın; Rabbinize ibadet edin; hayır işleyin
ki kurtuluşa eresiniz.
78. Allah uğrunda,
hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din
hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız
İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit
olması, sizin de insanlara şahit olmanız için,
O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da)
size «müslümanlar» adını verdi. Öyle ise namazı
kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı
sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel
mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!
İslâm’da insanın tabiatına aykırı
düşen, fıtratını zorlayan hiçbir güçlük yoktur.
İbadet ve yükümlülüklerde bir azimet (yani normal şartlardaki
genel hükmün) yanında, bir de ruhsat yani mazereti sebebiyle
kolaylık vardır. Ayrıca, günahlar için tevbe, keffâret
vb. kurtuluş ve arınma yolları açık tutulmuştur.
|