Enbiyâ sûresi, 112 âyettir ve Mekke’de nâzil
olmuştur. Başka konular yanında bilhassa bazı
peygamberler ve onların kavimleriyle olan münasebetlerinden
bahsettiği için Enbiyâ (Peygamberler) sûresi adını almıştır.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. İnsanların
hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken
onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler.
2, 3. Rablerinden
kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, hep alaya
alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir.
O zalimler şöyle fısıldaştılar: Bu (Muhammed),
sizin gibi bir beşer olmaktan başka nedir ki! Siz
şimdi gözünüz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?
4. (Peygamber) dedi ki:
Rabbim, yerde ve gökte (söylenmiş) her sözü bilir. O,
hakkıyla işiten ve bilendir.
5. «Hayır, dediler,
(bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakis onu kendisi
uydurmuştur; belki de o, şairdir. (Eğer öyle değilse)
bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet
getirsin.»
6. Bunlardan önce helâk
ettiğimiz hiçbir belde iman etmemişti; şimdi
bunlar mı iman edecekler?
7. Biz, senden önce de,
kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını
peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız
bilenlerden sorunuz.
Bu âyette geçen «ehlü’z-zikr» yani «bilenler»den
maksat, müfessirlere göre, Tevrat ve İncil hakkında doğru
ve yeterli bilgisi olan ehl-i kitap alimleridir.
8. Biz onları
(peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak
yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.
9. Sonra onlara (verdiğimiz)
sözü yerine getirdik; böylece, hem onları hem de dilediğimiz
(başka) kimseleri kurtuluşa erdirdik; müsrifleri de
helâk ettik.
Burada müsriflerden maksat, iman ve hidayete
ermek için kendilerine sunulan fırsatları değerlendirmeyen,
peygamberleri yalanlamakta ısrar eden kâfirlerdir.
10. Andolsun, size içinde
sizin için öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâla akıllanmaz
mısınız?
11. Zalim olan nice
beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da nice başka
topluluklar vücuda getirdik.
12. Azabımızı
hissettiklerinde bir de bakarsın ki oralardan (azap bölgesinden)
kaçıyorlar!
13. «Kaçmayın!
İçinde bulunduğunuz refaha ve yurtlarınıza
dönün! Çünkü size sorular sorulacak!»
14. «Vay başımıza
gelenlere! dediler; gerçekten biz zalim insanlarmışız.»
15. Biz kendilerini,
kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateşe çevirinceye
kadar bu feryatları sürüp gider.
16. Biz, göğü,
yeri ve bunlar arasındakileri, oyuncular (işi, eğlencesi)
olarak yaratmadık.
Yani Allah bütün bunları kendisi için bir
oyun olsun diye boş ve manasız şeyler olarak değil,
büyük hikmetler ve önemli faydalar için yaratmıştır.
17. Eğer bir eğlence
edinmek isteseydik, onu kendi tarafımızdan edinirdik.
(Bu irademizin eseri olurdu. Ama) biz (bunu) yapanlardan değiliz.
18. Bilakis biz, hakkı
bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın
işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, bâtıl
yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız
sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!
19. Göklerde ve yerde
kimler varsa O'na aittir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na
ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.
20. Onlar, bıkıp
usanmaksızın gece gündüz (Allah'ı) tesbih
ederler.
21. Yoksa (o müşrikler),
yerden birtakım tanrılar edindiler de, (ölüleri)
onlar mı diriltecekler?
22. Eğer yerde ve gökte
Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök,
(bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.
Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları
sıfatlardan münezzehtir.
Bu âyet, Allah’ın birliğini gösteren
en güçlü delillerden birini ortaya koymaktadır. Bu delil, âlemin
nizamıdır. Gerçekten, eğer birden fazla ilâh olsaydı,
bunlar ya birbiri ile anlaşır veya anlaşamazlardı.
Birbiri ile anlaştıkları, beraberce aynı şeyi
yaptıkları, yarattıkları, âleme beraberce nizam
verdikleri takdirde, ya biri diğerine muhtaç olurdu ki, muhtaç
olan ilâh olamaz; veya yardıma muhtaç olmazdı; bu durumda da
diğerlerinin varlığı gereksiz olurdu. Şu halde
Allah birdir. Öte yandan, eğer bu ilâhlar birbirleri ile anlaşamazlar,
birinin yaptığına, yarattığına diğeri
karşı çıkarsa, o zaman da âlemde nizamdan eser kalmaz;
âyette de buyurulduğu gibi «Yer ve gök bozulup giderdi.»
Halbuki âlemde eşsiz bir nizam mevcuttur. Şu halde Allah vardır
ve birdir.
23. Allah, yaptığından
sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.
24. Yoksa O'ndan başka
birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: Haydi
delillerinizi getirin! İşte benimle beraber olanların
Kitab'ı ve benden öncekilerin Kitab'ı. Hayır,
onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüz
çevirirler.
25. Senden önce hiçbir
resûl göndermedik ki ona: «Benden başka İlâh
yoktur; şu halde bana kulluk edin» diye vahyetmiş
olmayalım.
26. Rahmân (olan Allah,
melekleri) evlât edindi, dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir.
Bilakis (melekler), lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır.
27. O'ndan (emir
almazdan) önce konuşmazlar; onlar, sadece O'nun emri ile
hareket ederler.
28. Allah, onların
önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını
da, yapacaklarını da) bilir. Allah rızasına
ulaşmış olanlardan başkasına şefaat
etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler!
29. Onlardan her kim: «Tanrı
O değil, benim!» derse, biz onu cehennemle cezalandırırız.
İşte biz, zalimlere böyle ceza veririz!
30. İnkâr edenler,
göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları
birbirinden kopardığımızı ve her canlı
şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler
mi? Yine de inanmazlar mı?
Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu âyetin
daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
Nitekim, bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler,
vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla, bu gaz kütlesinden küreler
halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır.
Aynı şekilde, dünyamız da, bir gaz kütlesi olan güneşten
kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır.
Bu arada, dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak
yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş ve böylece
denizler ve okyanuslar meydana gelmiş, suda yosunlaşma ile başlayan
canlılar, ilâhî kanunlara göre gelişmiştir. Allah en mükemmel
canlı türü olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir
çamurdan insanı yaratmıştır.
31. Onları sarsmasın
diye yeryüzünde bir takım dağlar diktik. Orada geniş
geniş yollar açtık; ta ki maksatlarına ulaşsınlar.
32. Biz, gökyüzünü
korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, gökyüzünün
âyetlerinden yüz çevirirler.
«Korunmuş tavan» bir benzetmedir. Dünyayı
saran atmosfer ve onun ötesindeki gök cisimleri akıllara hayret
verecek bir düzen ve denge içinde yaratılmıştır ve
bu düzen korunmaktadır.
Müfessirlere göre, burada, inkârcıların
yüz çevirdikleri ifade buyurulan «gök yüzünün âyetleri»nden
maksat; her biri, Allah’ın varlığının ve
kudretinin birer delili olan ay, güneş ve diğer gök
cisimleridir.
33. O, geceyi, gündüzü,
güneşi, ayı... yaratandır. Her biri bir yörüngede
yüzmektedirler.
34. Biz, senden önce de
hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen,
sanki onlar ebedî mi kalacaklar?
35. Her canlı, ölümü
tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de
imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.
36. (Resûlüm!) Kâfirler
seni gördükleri zaman: «Sizin ilâhlarınızı
diline dolayan bu mu?» diyerek seni hep alaya alırlar.
Halbuki onlar, çok esirgeyici Allah'ın Kitabını
inkâr edenlerin ta kendileridir.
37. İnsan, aceleci
(bir tabiatta) yaratılmıştır. Size âyetlerimi
göstereceğim; benden acele istemeyin.
38. «Eğer,
diyorlar, doğru iseniz, ne zaman (gerçekleşecek) bu
tehdit?»
39. İnkâr edenler,
yüzlerinden ve sırtlarından (saran) ateşi
savamayacakları, kendilerine yardım dahi edilmeyeceği
zamanı bir bilselerdi!
40. Bilâkis kendilerine
o (kıyamet) öyle âni gelir ki, onları şaşırtır.
Artık, ne reddedebilirler onu, ne de kendilerine mühlet
verilir.
41. Andolsun, senden önceki
peygamberlerle de alay edildi; ama onları alaya alanları,
o alay konusu ettikleri şey kuşatıverdi.
42. De ki: Allah'a karşı
sizi gece gündüz kim koruyacak? Buna rağmen onlar
Rablerini anmaktan yüz çevirirler.
43. Yoksa kendilerini
bize karşı savunacak birtakım ilâhları mı
var? (O ilâh dedikleri şeyler) kendilerine bile yardım
edecek güçte değildirler. Onlar bizden de alâka ve
destek görmezler.
44. Evet, onları da,
atalarını da barındırdık. Nihayet ömür
kendilerine (hiç bitmeyecek gibi) uzun geldi. Oysa onlar, bizim
gelip (kâfirlere ait) araziyi çevresinden eksilteceğimizi
görmezler mi? Şu halde, üstün gelen onlar mı?
Müfessirlerin yorumuna göre âyette, Allah’ın,
çevresinden eksilteceğini haber verdiği arazi, müşriklerin
o zaman üzerinde yaşadıkları topraklardır. Bu âyet
Mekke’de indiğine göre, Allah Teâlâ’nın Resûlüne, müşriklerin
yaşadığı toprakların, bir zaman sonra müslümanların
eline geçeceğini müjdelemesi, Kur’an’ın bir mucizesidir.
Bazı müfessirlere göre ise sûre Mekkî olmakla beraber bu âyet
Medine’de nâzil olmuştur. Buna göre meâl: «... çevresinden
eksiltmekte olduğumuzu» şeklinde olacaktır. Araziyi
eksiltmekten maksat, müşriklerin toprak kaybetmeleridir ki bu da müslümanların
fetihleri ile gerçekleşmiştir.
45. De ki: Ben, sadece,
vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat, sağır olanlar,
ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar.
46. Andolsun, onlara
Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa, hiç şüphesiz,
«Vah bize! Hakikaten biz zalim kimselermişiz!» derler.
47. Biz, kıyamet günü
için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir
şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,)
bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine)
getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.
48. Andolsun biz, Musa ve
Harun'a, takvâ sahipleri için bir ışık, bir öğüt
ve Furkan'ı verdik.
Âyetteki «Furkan» kelimesinin, terim olarak
anlamı, hakkı bâtıldan, yani iyi ve doğru olanı,
kötü ve yanlış olandan ayıran, bunun için ölçüler
getiren şey demektir ki, Kur’an-ı Kerim’de bu kelime, daha
ziyade semâvî kitaplar için kullanılmıştır.
Nitekim Kur’an’ın bir adı da Furkan’dır.
49. (O takvâ sahipleri
ki) onlar, görmedikleri halde Rablerine candan saygı gösterirler.
Yine onlar, kıyametten korkan kimselerdir.
50. İşte bu (Kur'an)
da, bizim indirdiğimiz hayırlı ve faydalı
bir öğüttür. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?
51. Andolsun biz İbrahim'e
daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
Tefsirlerde, âyetteki «rüşd» kelimesinin
peygamberlik anlamına, yahut Hz. İbrahim’in risâletten önce
de sahip olduğu hidayet ve doğruluk manasına geldiği
belirtilmiştir.
52. O, babasına ve
kavmine: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor? demişti.
53. Dediler ki: Biz,
babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.
54. Doğrusu, siz de,
babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz,
dedi.
55. Dediler ki: Bize gerçeği
mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
56. Hayır, dedi,
sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de
Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim.
57. Allah'a yemin ederim
ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza
bir oyun oynayacağım!
Hz. İbrahim’in bu sözü gizli olarak söylediği
ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.
58. Sonunda İbrahim
onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü
bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
Tefsirlerde nakledildiğine göre Hz. İbrahim,
putları kırdıktan sonra baltayı, sağlam bıraktığı
büyük putun boynuna asmıştı. Bir bayram şenliğine
giden halk, dönüşte putların kırılmış
olduğunu gördüler.
59. Bunu tanrılarımıza
kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir, dediler.
60. (Bir kısmı:)
Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim
denilirmiş, dediler.
61. O halde, dediler, onu
hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şahitlik
ederler.
62. Bunu ilâhlarımıza
sen mi yaptın ey İbrahim? dediler.
63. Belki de bu işi
şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun;
eğer konuşuyorlarsa! dedi.
64. Bunun üzerine, kendi
vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) «Zalimler
sizlersiniz, sizler!» dediler.
Ayet şu şekilde de anlaşılmıştır:
Sonra birbirlerine dönerek «(Putları yalnız ve savunmasız
bıraktığımız için) asıl siz zalimsiniz»
diyerek birbirlerini suçladılar.
65. Sonra tekrar eski
inanç ve tartışmalarına döndüler: Sen bunların
konuşmadığını pek âlâ biliyorsun,
dediler.
66. İbrahim: Öyleyse,
dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve
zarar vermeyen bir şeye hâla tapacak mısınız?
67. Size de, Allah'ı
bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh
olsun! Siz akıllanmaz mısınız?
68. (Bir kısmı:)
Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza
yardım edin! dediler.
Hz. İbrahim’in kavmi, bu teklifi kabul
ederek onu yakmak için büyük bir ateş hazırladılar ve
eli kolu bağlı olarak ateşe attılar. İbrahim
(a.s.) ise, «Bana Allah’ın sahip çıkması yeter; O, ne
güzel bir sahip!» diyerek Allah’a sığınıyordu.
69. «Ey ateş!
İbrahim için serinlik ve esenlik ol!» dedik.
70. Böylece ona bir
tuzak kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana
uğrayanlar durumuna soktuk.
71. Biz, onu ve Lût'u
kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye
ulaştırdık.
Hz. İbrahim, eşi Sâre ve yeğeni
veya amcazâdesi Lût, putperestlerin elinden kurtarılmış,
irşadlarını yayacakları bir ülkeye ulaştırılmışlardı.
Müfessirlere göre bu bereketli ülke, Şam ve
Filistin yöreleridir. Bu yörelerin cümle âlem için bereketli olması
ise, peygamberlerin pek çoğunun oralarda yetişmesi ve
dinlerini oralardan yaymalarından ileri gelmektedir.
72. Ona (İbrahim'e),
İshak'ı ve fazladan bir bağış olmak üzere
Ya'kub'u lütfettik; herbirini sâlih insanlar yaptık.
73. Onları, emrimiz
uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık ve
kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı,
zekât vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibadet eden
kimselerdi.
74. Lût'a gelince, ona
da hüküm (hakimlik, peygamberlik, hükümdarlık) ve ilim
verdik; onu, çirkin işler yapmakta olan memleketten
kurtardık. Zira onlar (o memleketin halkı), gerçekten
fena işler yapan kötü bir kavimdi.
75. Onu (Lût'u)
rahmetimize kabul ettik; çünkü o, sâlihlerden idi.
76. Nuh'u da (hatırla).
Hani o dua etmiş, biz onun duasını kabul etmiştik.
Böylece, kendisini ve (iman eden) yakınlarını büyük
sıkıntıdan kurtarmıştık.
77. Onu, âyetlerimizi
inkâr eden kavimden koruduk. Gerçekten onlar, fena bir kavim
idi; bu yüzden topunu birden (suya) gömdük.
Müfessir Beyzâvî’ye göre, Hz. Nuh’un
kavmi, hem hakkı yalanlamışlar, hem de kötü ve zararlı
faaliyetlerde bulunmuşlardı. Bu iki fenalık bir kavimde
bulundu mu, Allah mutlaka o kavmi helâk eder.
78. Davud ve Süleyman'ı
da (an). Bir zaman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı:
bir gurup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş
bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan
vermişti. Biz onların hükmünü görüp bilmekte
idik.
Tefsirlerde anlatıldığına göre,
ekin sahibi ile koyun sürüsü sahipleri arasındaki davada
hakimlik yapan Davud ile Süleyman, farklı hükümler vermişler
idi. Hz. Davud, tahrip edilen ekinin kıymetinin, koyunların kıymetine
denk olduğunu göz önüne alarak, koyunların ekin sahibine
tazminat olarak verilmesine hükmetmişti. Oğlu Süleyman ise,
şu hükme varmıştı: Ekin tarlası koyun
sahiplerine verilmeli, onlar, ziyandan önceki haline gelinceye kadar
tarlanın bakımını üslenmelidirler. Koyunlar da
tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline
gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve kuzularından
yararlandırılmalıdır. Hz. Davud, oğlunun bu
ictihadını beğenerek kendi görüşünden vaz geçmişti.
79. Böylece bunu (bu
fetvayı) Süleyman'a biz anlatmıştık. Biz,
onların her birine hüküm (hükümdarlık,
peygamberlik) ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden
dağları da Davud'a boyun eğdirdik. (Bunları)
biz yapmaktayız.
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde güneş,
ay gece, gündüz, denizler, dağlar gibi tabiî varlık ve
olayların insana müsahhar kılındığı,
boyun eğdirildiği ifade buyurulur; maksat, bundan, insanların
istifadesine sunulduğunu anlatmak ve insanların bunlardan
olabildiğince yararlanmasını öğütlemektir. Dağların
tesbihi bütün tabiî varlıklar gibi onların da, en ufak bir
sapma göstermeksizin ilâhî kanuna boyun eğmeleri veya bizim
anlamadığımız bir dil ile Allah’ı anıp
tenzih etmeleri şeklinde anlaşılabilir.
80. Ona, savaş sıkıntılarınızdan
sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik.
Artık şükredecek misiniz?
81. Süleyman'ın
emrine de kasırga (gibi esen) rüzgârı verdik; onun
emriyle içinde bereketler yarattığımız yere
doğru eserdi. Biz herşeyi biliriz.
82. Şeytanlar arasından
da, onun için dalgıçlık eden (ve inciler çıkaran)
ve bundan başka işler görenler vardı. Biz onları
gözetim altında tutuyorduk.
83. Eyyub'u da (an). Hani
Rabbine: «Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin
en merhametlisisin» diye niyaz etmişti.
Müfessir Beyzâvî’nin naklettiğine göre Hz. Eyyub, varlıklı ve aile efradı geniş bir zat
idi. Fakat evinin yıkılması sonucu aile fertlerinin çoğu
öldü. Malı mülkü elinden gitti. On yıldan fazla süren ağır
bir bedenî hastalığa müptela oldu. Bütün bu felâketlere
rağmen, halinden şikâyet eder duruma düşmemek ve
takdire rızada sebat etmek için durumunu Cenab-ı Hakk’a
arzederek O’ndan sıhhat ve âfiyet istemekten çekiniyordu.
Nihayet eşinin ricası üzerine ancak 83. âyette ifade
buyurulan sözlerle niyazda bulunmakla yetindi.
84. Bunun üzerine biz,
tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir
hatıra olmak üzere onun duasını kabul ettik;
kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa
giderdik ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla
birlikte bir mislini daha verdik.
85. İsmail'i, İdris'i
ve Zülkif'i de (yâdet). Hepsi de sabreden kimselerdendi.
86. Onları
rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi.
87. Zünnûn'u da (Yunus'u
da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim
kendisini asla sıkıştırmayacağımızı
zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: «Senden başka
hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben
zalimlerden oldum!» diye niyaz etti.
Zünnûn, Yunus Peygamber’in lakabıdır
ve «balık sahibi» anlamına gelir. Ona bu lakap, kendisini
balık yuttuğu için verilmiştir. Yunus (a.s.) uzun bir süre
kavmini dine davet etmiş, fakat inandıramayacağına
kanaat getirerek öfkeli bir halde, onlara isabet edecek bir musibetten
kendisini kurtarmak için onları terkedip gitmişti. Başka
bir rivayete göre kavmine, inanmadıkları takdirde bir azaba uğrayacaklarını
bildirmiş, ancak onlar tevbe edip imana geldikleri için bu azap
tahakkuk etmemişti. Onların imana geldiklerinden habersiz olan
Hz. Yunus, belirttiği azabın vaktinde tahakkuk etmediğini
görünce kendisinin alay mevzuu olacağını düşünerek
kızgın bir halde ayrılıp gitmişti. Bir gemi
yolculuğunda, fazla yükten gemi batmak üzere iken, yükünü
hafifletmek ve gemiyi kurtarmak için çekilen kur’a sonucu denize
atlamak zorunda kaldı. Onu iri bir balık yuttu. İşte
bu balığın karnında Allah’a, âyette ifade
buyurulan duayı yaptı.
88. Bunun üzerine onun
duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık.
İşte biz müminleri böyle kurtarırız.
89. Zekeriyya'yı da
(an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim!
Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın,
(her şey sonunda senindir).
90. Biz onun da duasını
kabul ettik ve ona Yahya'yı verdik; eşini de kendisi için
(çocuk doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar
(bütün bu peygamberler), hayır işlerinde koşuşurlar,
umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı
derin saygı içindeydiler.
91. Irzını
iffetle korumuş olanı (Meryem'i de an.) Biz ona
ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir
ibret kıldık.
92. Hakikaten bu (bütün
peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin
ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk
edin.
93. (İnsanlar) kendi
aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini
bozdular. Halbuki hepsi bize döneceklerdir.
94. Bu durumda her kim mümin
olarak iyi davranışlar yaparsa onun çabasını
görmezlikten gelmek olmaz. Zira biz onu yazmaktayız.
95. Helâk ettiğimiz
bir belde için artık (yeniden mâmur olmak) imkânsızdır;
çünkü onlar geri dönemeyeceklerdir.
96. Nihayet Ye'cûc ve
Me'cûc (sedleri) açıldığı ve onlar her
tepeden akın ettiği zaman;
97. Ve gerçek vaad (ölüm,
kıyamet) yaklaşınca, birden, inkâr edenlerin gözleri
donakalır! «Yazıklar olsun bize! (derler), gerçekten
biz, bu durumdan habersizmişiz; hatta biz zalim kimselermişiz.»
94. âyette iyi davranışlarda bulunan müminlerin
çabalarının boşa çıkmayacağı ifade
buyuruldu. 95. âyette, inkârcılıkları ve kötü davranışları
yüzünden helâk olanların, hayata dönmek veya tevbe etmek imkânından
yoksun oldukları için artık iyi davranış ve makbul
çabalarda bulunmaktan da mahrum kaldıkları anlatıldı.
96. âyette de, bu insanların mahrumiyetlerinin, bir kıyamet
alâmeti olarak gösterilen Ye’cûc ve Me’cûc sedlerinin açılmasına
ve onların, her tepeden yeryüzüne yayılmalarına, veya
-başka bir yoruma göre- insanların kabirlerinden boşanmalarına
kadar süreceğine işaret edildi. 97. âyet ise, inkârcı
ve kötü yaşayışlı kimselerin, ancak, vuku bulacağı
önceden bildirilen kıyametin gelip çattığını
görünce yanlış yolda olduklarını anlayacaklarını,
fakat artık kendilerini kınamaktan öte bir şey
yapamayacaklarını ifade etmektedir.
98. Siz ve Allah'ın
dışında taptığınız şeyler
cehennem yakıtısınız. Siz oraya
gireceksiniz.
99. Eğer onlar birer
tanrı olsalardı oraya (cehenneme) girmezlerdi. Halbuki
hepsi (tapanlar da tapılanlar da) orada ebedî kalacaklardır.
100. Orada onlara inim
inim inlemek düşer. Yine onlar orada (hiçbir iyi haber)
duymazlar.
101. Tarafımızdan
kendilerine güzel âkıbet takdir edilmiş olanlara
gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar.
102. Bunlar onun uğultusunu
duymazlar; gönüllerinin dilediği nimetler içinde ebedî
kalırlar.
103. En büyük dehşet
dahi onları tasalandırmaz. Melekler kendilerini şöyle
karşılar: İşte bu size vâdedilmiş olan
(mutlu) gününüzdür.
104. (Düşün o) günü
ki, yazılı kâğıtların tomarını
dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı
ilk yaratmaya başladığımız gibi onu
tekrar o hale getiririz. (Bu,) üzerimize aldığımız
bir vaad oldu. Biz, (vâdettiğimizi) yaparız.
Tekrar o hale getirmekten maksat, ya her şeyi
yok etmek yahut da yok ettikten sonra yeniden eski haline getirmek,
diriltmektir.
105. Andolsun Zikir'den
sonra Zebur'da da: «Yeryüzüne iyi kullarım vâris
olacaktır» diye yazmıştık.
Âyette geçen «Zikir»den maksat, -tercihe
şâyan görüşe göre- Tevrat’tır. Ancak müfessirler,
«Zikir» tabirinin levh-i mahfuz, «Zebur»un ise, Allah tarafından
inzal buyurulan bütün kitaplar olabileceğini de belirtmişlerdir.
Kötülerin ve kötülüğün sürekli pâyidâr
olamayacağını, iyiliğin asıl, kötülüğün
ise ârızî olduğunu, hakimiyetin eninde sonunda iyilerin
eline geçmesinin mukadder olduğunu anlatan bu âyet, İslâm
dininin dünya hayatı konusundaki iyimserliğini ifade
etmektedir.
106. İşte
bunda, (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesaj vardır.
107. (Resûlüm!) Biz
seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.
108. De ki: Bana sadece,
sizin ilâhınızın ancak bir tek Allah olduğu
vahyedildi. Hâla müslüman olmayacak mısınız?
109. Eğer yüz çevirirlerse
de ki: (Bana emrolunanı) hepinize açıkladım. Artık
size vâdolunan şey (mahşerde toplanma zamanınız)
yakın mı uzak mı, bilmiyorum.
110. Şüphesiz Allah
sözün açığını da bilir, gizli tuttuklarınızı
da bilir.
111. Bilmiyorum, belki de
o (azabın ertelenmesi), sizi denemek ve bir zamana kadar
sizi (imkânlardan) faydalandırmak içindir.
112. (Muhammed:) Rabbim!
(Onlar hakkında) adaletinle hükmünü ver. Bizim Rabbimiz
Rahmân'dır. Sizin anlattıklarınıza karşı
yardımı umulandır, dedi.
Müşriklerin anlattığı durum,
güya ileride müslümanların uğrayacağı zillet ve
mağlûbiyet durumu idi. Onlar, akıllarınca, kısa
zamanda müslümanların zayıflayacağını, sonra
da İs-lâm’ın büsbütün ortadan kalkacağını
savunuyorlardı. Âyetten anlaşıldığı üzere
Hz. Peygamber, onların bu temennilerine karşı Allah’ın
yardımına güveniyordu. Başka bir yoruma göre, müşriklerin
anlattıkları durumdan maksat, onların, Kur’an’ı
«sihir, hayal mahsulü, uydurma» gibi vasıflarla nitelemeleridir,
işte Hz. Muhammed (s.a.), onların bu bühtanları karşısında
Kur’an’ı muzaffer kılmak için Allah’a sığınıyor
ve O’nun yardımına güveniyordu.
|