Medine’de inmiştir. 286 âyettir. Kur’an’ın en
uzun sûresidir. Adını, 67-71. âyetlerde yahudilere
kesmeleri emredilen sığırdan alır.
Yalnız 281. âyeti Veda Haccında Mekke’de
inmiştir. İnanca, ahlâka ve hayat nizamına
dair hükümlerin önemli bir kısmı bu sûrede yer
almıştır.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1.
Elif. Lâm. Mîm.
2.
O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler
(sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol
göstericidir.
3.
Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine
verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
4.
Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman
ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
5.
İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler
ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
Kur’an sûrelerinden bazılarının
başında «el-hurûfu’l-mukattaa» denilen birtakım
harfler vardır ve bunlar bulunduğu sûreden bir
âyettir. Böyle manası açık olmayan âyetlere «müteşâbih» denir. Müteşâbih olan âyetin
gerçek manasını ancak Allah bilir. Bazı
âlimler ise onları «tevil» ederler. Buna göre Elif,
Lâm, Mîm harflerine şu manalar verilmiştir:
a)
İşte elinizdeki Kur’an’ın kelimeleri bu harflerden
teşekkül etmiştir. Buyurun, siz de benzerini yapın!
b)
Dikkatleri toplamak için bir edebî sanattır. Zira söze üstü
kapalı olarak başlamak sonra onu açmak daha fazla ilgi
uyandırır.
c)
Öğrenmenin harflerle başladığına
işarettir.
Müttakî,
takvâ sahibi demektir. Allah’ın azabından hakkıyla
korkan, O’nun buyruklarına karşı gelmekten
sakınan, rahmetine güvenip gerektiği gibi kulluk eden
kimselere Kur’an’da hep «müttakîler» denmiştir.
Gayba
iman, İslâm’ın «Âmentü»sünün kısaltılmış
ifadesidir. Manası: Allah’a, meleklere, kitaplara,
peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere, hayır ve
şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır. Kur’an’ın
pek çok yerinde «Gayba iman eder» veya «ederler» cümlesi
gelecektir. Bunların hepsi, iman esaslarının
kısaltılmış şeklidir.
Bakara
sûresinde söze, önce dikkatleri çeken harflerle başlanılmış,
hemen arkasından Kur’an’dan söz edilmiştir. Demek ki,
şu elinizdeki kitap (Kur’an) kendisinde şek ve şüphe
bulunmayan Allah kelâmı ve iyiler için doğru yol
rehberidir. Kur’an, bir rehberdir, yol göstericidir. Ancak kime yol
gösterir, kime rehberlik eder? İşte âyetlerde bu soruya
cevap verilmiş, öncelikle müttakî olup gayba inananlara yol
gösterdiği anlatılmıştır. Kur’an gerçekte
bütün insanlığa indirilmiştir. Ancak, sadece ona yönelen
ve onunla doğru yolu bulmak isteyenlere rehber olacaktır.
Burada
gayba imandan sonra «Kelime-i Şehâdet, namaz, zekât, oruç ve
hac»dan ibaret olan İslâm’ın beş temelinden sadece
«namaz ile zekât» zikredilmiştir. Bu iki temelin zikri,
örnekleme yoluyla diğerlerine de işarettir. Bu itibarla Kur’an’da
«namaz ile zekât» bu âyette olduğu gibi beraber
anıldığı vakit, beş temele işaret
edilmektedir.
6.
Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da
korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.
7.
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Onların gözlerine de bir çeşit perde
gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir
azap vardır.
8.
İnsanlardan bazıları da vardır ki,
inanmadıkları halde «Allah'a ve ahiret gününe inandık»
derler.
9.
Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri
aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar
ve bunun farkında değillerdir.
10.
Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da
onların hastalığını çoğaltmıştır.
Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için
elîm bir azap vardır.
11.
Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği
zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler.
12.
Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin
anlamazlar.
13.
Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman
edin, denildiği vakit «Biz hiç, sefihlerin (akılsız
ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!»
derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu
bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).
14.
(Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları
vakit «(Biz de) iman ettik» derler. (Kendilerini saptıran)
şeytanları ile başbaşa
kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla
(müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler.
15.
Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında
onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş
dolaşırlar.
16.
İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti
satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı
olmamış ve kendileri de doğru yola
girememişlerdir.
Cenab-ı Allah bu sûresinin başında önce yüce
kitabı Kur’an’dan, onun müttakîler için bir yol
gösterici ve hidayet kaynağı oluşundan, sonra
da gayba imandan ve İslâm’ın temelini
oluşturan ana vazifelerden söz etmiş ve bu arada
insanları inanç yönünden üç guruba ayırmıştır:
Birincisi
müminlerdir; onların vasıfları ilk beş âyette
özetlenmiştir.
İkincisi
kâfirlerdir; onların durumu da altıncı ve yedinci
âyetlerde özetlenmiştir.
Üçüncüsü,
münafıklardır; bunların durumları da geniş
bir şekilde ele alınarak 8. âyetten 21. âyete kadar geçen
âyetlerde açıklanmıştır.
Kur’an,
insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilmiş
bir kitaptır. Bu itibarla ilk önce kendisine muhatap olan insanlığın
doğru veya yanlış inanç durumunu bunların
getirdiği mesuliyetleri, doğruya veya eğriye inanan
insanın dünyada ve ahirette karşılaşacağı
neticeleri izah etmiştir.
17.
Onların (münafıkların) durumu, (karanlık
gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş
yanıp da etrafını
aydınlattığı anda Allah, hemen onların
aydınlığını giderir ve onları
karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir
şeyi) görmezler.
Âyet, münafıkların
ilk anda İslâm’ın nurundan aydınlanıp müslüman
olmalarını, karanlık gecede yanan meş’aleye
ve ondan faydalananlara; sonra hemen küfre dönmelerini de o meş’alenin
sönüvermesine ve oradakilerin karanlıkta kalmalarına
benzetiyor.
18.
Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple
onlar geri dönemezler.
19.
Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde
boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve
şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin
durumu) gibidir. O münafıklar
yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla
parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki
Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
20.
(O esnada) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış
gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca
orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine
çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah
dileseydi elbette onların kulaklarını
sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz
her şeye kadirdir.
21.
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk
ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın
azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz.
22.
O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de
(kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla,
size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı.
Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.
23.
Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye
düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin,
eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri
şahitlerinizi (yardımcılarınızı)
da çağırın.
24.
Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız-
yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden
sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.
25.
İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden
ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O
cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak
yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu,
derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden
dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için
cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî
kalıcılardır.
Bu âyette, dünyada müslüman olup güzel işler yapan
ve gerçekten mümin olarak ahirete göçen kimselerin
alacakları mükâfatlar anlatılmış, orada
cennetliklere verilen nimetlerin dünyadakilere benzediğine
işaret edilmiştir. Ancak, ahiret nimetlerinin dünyadakilerle
aynı olduğu düşünülmemelidir. Nitekim,
Buhârî’nin «Bedü’l-halk» bahsinde rivayet ettiği
bir hadiste «Cennet ehline gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği, kalplerden bile geçmeyen
nimetler verilir» denilmiştir.
26.
Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için)
sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal
getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle
misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu
bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle
ne murat eder? derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır,
birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği
misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü
bunlar birer imtihandır).
Bu âyette, sivrisinek ve ondan
daha zayıf yaratıklarla temsil getirilmesini küçümseyenlerin
aslında kendilerinin küçük ve değersiz
oldukları, o yüzden Allah’a iman etmedikleri anlatılmış,
bunlara değer verip iman edenlerin ise akıllı ve
değerli kimseler oldukları bildirilmiştir. Bunlar
birer imtihandır. İnsanlardan bir kısmı iman
eder, imtihanı kazanır, bir kısmı da
kaybeder.
27.
Onlar öyle (fâsıklar) ki, Allah'a kesin söz verdikten
sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın, ziyaret edilip hal
ve hatırının sorulmasını istediği
kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat
çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.
Fâsık, hak yoldan sapan kimsedir. Kesin olarak verilen söz de
ehl-i kitabın Tevrat ve İncil’de geleceği bildirilen
âhir zaman Peygamberine iman edeceklerini söylemeleridir ki, gelince
iman etmediler ve sözlerinde durmadılar. İslâm’ın
çok değer verdiği akraba, komşu ve yakınlarla
ilgilenip bunlara yardım etmeyi terkettiler, fitne ve fesat
unsuru oldular, böylece hem dünyada hem de ahirette zarar
gördüler.
28.
Siz cansız iken size can veren Allah'ı nasıl inkâr
edersiniz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve
sonunda O'na döndürüleceksiniz.
Bu
âyette, insanın ilk yaratılmasından önceki haline
«ölü» denilmesi, bazılarının iddia ettikleri gibi
tenâsüh ile ilgili değildir. Âyette insan hayatının
üç safhası anlatılmıştır: Yoktan
yaratılma, ölüm, ahirette tekrar dirilme. Esasen tenâsüh düşüncesi,
her insanın kendi amelinden sorumluluğu ve
dolayısıyla adalet ilkesine ters düşmektedir.
29.
O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra
(kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi gök
olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi
hakkıyla bilendir.
30.
Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih
ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak,
orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah
da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim,
dedi.
Halife, vekil ve temsilci demektir. Allah, yeryüzünde
iradesini temsil etmek üzere insanı yaratmış,
orada ilâhî hükümranlığı gerçekleştirme
görevini de ona vermiştir.
31.
Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları
önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık
iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.
32.
Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz,
senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz
yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin,
dediler.
33.
(Bunun üzerine:) Ey Âdem! Eşyanın isimlerini
meleklere anlat, dedi. Âdem onların isimlerini onlara
anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda
görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan
da öte, gizli ve açık yapmakta
olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?
dedi.
34.
Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik.
İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve
büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
Bundan
sonra Hz. Âdem ve nesli, aslı cinlerden olup, sonra
şeytanların başı olan İblis ve nesline
uyup uymamakta sınanacaklardır.
35.
Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete
yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her
yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca
yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her
ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.
36.
Şeytan onların ayaklarını kaydırıp
haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten)
onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız
diğerine düşman olarak ininiz, sizin için
yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak
vardır, dedik.
37.
Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar
aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul
eden ve merhameti bol olandır.
Hz. Âdem’in Rabbinden aldığı ilhamlar
hakkında çeşitli yorumlar
yapılmıştır. Bu ilhamlar, onu ikaz ve
irşat mahiyetinde tavsiyelerdir. İbn Mes’ûd’a
göre namazlara başlarken okuduğumuz
«Sübhâneke», Hz. Âdem tarafından o zaman söylenmiş
bir tesbih ve duadır.
38.
Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir
hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için
herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
39.
İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar
cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.
40.
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi
hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin
ki, ben de size vâdettiklerimi vereyim. Yalnızca benden
korkun.
41.
Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici
olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin. Sakın onu inkâr
edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık
ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan)
korkun.
42.
Bilerek hakkı bâtıl ile
karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.
43.
Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla
verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.
44.
(Ey bilginler!) Sizler Kitab'ı (Tevrat'ı)
okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?
Aklınızı kullanmıyor musunuz?
45.
Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz
o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler
dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.
Âyette
geçen sabırdan maksadın oruç olduğu söylenmiştir.
Oruç ve namaz, imanı takviye eder, nefsin kibrini
kırar, tembelliği ve uyuşukluğu giderir, zor
işler karşısında insanı güçlü kılar.
Taberânî’nin rivayetine göre, Resûlullah (s.a.) zor bir işle
karşılaşınca hemen namaz kılardı.
«Allah’a saygıdan kalbi ürperenler» diye tercüme
edilen «hâşiîn» zümresine namaz kılmak, oruç
tutmak, sabırlı olmak, her yerde ve her zaman gerçekleri
söylemekten çekinmemek zor gelmez, zira onlar Allah sevgisi
ile kalpleri dolmuş kimselerdir.
46.
Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve
O'na döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen
kimselerdir.
47.
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve
sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kıldığımı
hatırlayın.
Kendi içinden peygamber gönderilen millet, o anda diğer
kavimlerden üstündür. Zira Cenab-ı Allah, milletler
arasından o kavmi ve onlardan da o şahsı seçmiştir.
Dolayısıyla önce peygamber, sonra ailesi daha sonra
da milleti bir şeref kazanmıştır. İçinden
peygamber gönderilen milletin bir yönden üstünlüğü
vardır, diğer yönden de sorumluluğu daha
fazladır. Nitekim bu âyette üstünlüğü
bildirilen Benî İsrail hakkında aynı sûrenin
61. âyetinde onların zillet ve meskenete dûçar
oldukları, Allah’ın gazabına mâruz kaldıkları
anlatılmıştır.
48.
Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası
için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin
vermedikçe) şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz;
onlara asla yardım da yapılmaz.
49.
Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından
kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü
reva görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı
kesiyorlar, (fenalık için) kızlarınızı
hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size reva
görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen
bir ünvandır. Hz. Musa’nın gelmesine tekaddüm
eden senelerde kâhinler, İsrailoğullarından
doğacak bir çocuğun, Firavun’un tacını
tahtını yıkacağını söylediler.
Bunun üzerine Firavun, yeni doğan erkek çocukların
kesilmesini emretti. Allah bununla
İsrailoğullarını imtihan ediyordu.
50.
Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi
kurtardık, Firavun'un taraftarlarını da, siz
bakıp dururken denizde boğduk.
Rivayetlerden, bu mucizenin Kızıldeniz’de geçtiği
anlaşılmaktadır.
51.
Musa'ya kırk gece (vahyetmek üzere) söz vermiştik.
Sonra haksızlık ederek buzağıyı
(tanrı) edindiniz.
Hz.
Musa Tûr-i Sînâ’ya gidince Sâmirî adında birisi,
altından yaptığı bir buzağı
heykelini getirir, «Bu sizin Rabbinizdir. Musa bunu unuttu, o
gelinceye kadar buna tapın» der. Hz. Harun buna mani
olmaya çalışırsa da başaramaz. Bu
kıssa Tâhâ sûresinde genişçe anlatılacaktır.
52.
O davranışlarınızdan sonra
(akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.
53.
Doğru yolu bulasınız diye Musa'ya Kitab'ı ve
hak ile bâtılı ayıran hükümleri verdik.
54.
Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz,
buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük
ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de
nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün.
Öyle yapmanız Yaratıcınızın
katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi
kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul
eden ancak O'dur.
55.
Bir zamanlar: Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça
görmedikçe asla sana inanmayız, demiştiniz de
bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi
yıldırım çarpmıştı.
56.
Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.
Yıldırım
çarpmasından baygın düşen kavim Allah’ın
iradesi ile yeniden canlanır ve istediklerinin
yanlış olduğunu anlar. Âyette bu olay, ölme ve
tekrar dirilme olarak anlatılmıştır.
57.
Ve sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve
bıldırcın gönderdik ve «Verdiğimiz güzel
nimetlerden yeyiniz» (dedik). Hakikatta onlar bize değil
sadece kendilerine kötülük ediyorlardı.
58.
(İsrailoğullarına:) Bu kasabaya girin, orada
bulunanlardan dilediğiniz şekilde bol bol yeyin,
kapısından eğilerek girin, (girerken) «Hıtta!»
(Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki, sizin hatalarınızı
bağışlayalım; zira biz, iyi davrananlara
(karşılığını) fazlasıyla
vereceğiz, demiştik.
Âyette
geçen kasabadan maksat Kudüs veya Erîha’dır.
«Muhsin» kelimesi ise, «ihsan» mastarından ism-i fâildir.
Yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız
yapanların vasfıdır. Kur’an’ın pek çok
âyetinde muhsinler övülmüştür. Meşhur Cibril
hadisinde ise ihsan, Allah’ı görürcesine kulluk etmek
diye açıklanmıştır.
59.
Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle
değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları
kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir
azap indirdik.
58. âyette kendilerine söylenenleri dinlemeyip kötülük
eden yahudilere Allah Teâlâ veba gibi bir takım kötü
illet ve hastalıklar vermiştir.
60.
Musa (çölde) kavmi için su istemişti de biz ona:
Değneğinle taşa vur! demiştik. Derhal
(taştan) oniki kaynak fışkırdı. Her bölük,
içeceği kaynağı bildi. (Onlara:) Allah'ın
rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde
bozgunculuk etmeyin, dedik.
61.
Hani siz (verilen nimetlere karşılık): Ey Musa!
Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin
bitirdiği şeylerden; sebzesinden,
hıyarından, sarımsağından,
mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın,
dediniz. Musa ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek
mi istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz
sizin için orada var, dedi. İşte (bu hadiseden sonra)
üzerlerine aşağılık ve yoksulluk
damgası vuruldu. Allah'ın gazabına
uğradılar. Bu musibetler (onların
başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam
etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri
sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve
taşkınlıkları sebebiyledir.
Benî İsrail’e alçaklık ve yoksulluk
damgasının vurulmasına sebep olarak hakkı
inkar etmeleri ve onu söyleyen peygamberleri acımasızca
öldürmeleri gösterilmiştir. Şuayb, Zekeriyya ve
Yahya gibi pek çok peygamberi öldürmüşlerdir.
62.
Şüphesiz iman edenler; yahudilerden, hıristiyanlardan
ve sâbiîlerden de Allah'a ve ahiret gününe inanıp sâlih
amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar
vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar
üzüntü çekmeyeceklerdir.
Yahudi
kelimesi, buzağıya tapmaktan tevbe ettikleri vakit
İsrailoğullarına takılmış bir
addır. Bir rivayete göre de Hz. Ya’kub’un en büyük oğlu
Yahûzâ’ya nisbet edilmiştir. Nasârâ, Hz. İsa’nın
indiği Nâsıra kasabasına nisbettir, diyenler
vardır. Bir rivayete göre Hz. İsa’nın Âl-i
İmrân 52, Saff 14. âyetlerinde geçen «men ensârî
ilallah» sözünden alınmıştır. Sâbiîler
hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir görüşe
göre, Hz. İbrahim’in dinini devam ettiren eski bir
topluluk idi. Müfessirlerin bazıları da Sâbiîliğin
yahudilikle hıristiyanlık arasında tevhidci bir
din olduğunu belirtmişlerdir. Bazı yeni
araştırmacılar ise, sâbiîlerin Bâbil’de yaşayan
ve yarı hıristiyan olan bir mezhep müntesibi olduklarını
ve Hz. Yahya’nın tâbilerine benzediklerini ifade etmişlerdir.
63.
Sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağının
altında, size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda
bulunanları daima hatırlayın, umulur ki,
korunursunuz (demiştik de);
64.
Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin
üzerinizde Allah'ın ihsanı ve rahmeti olmasaydı,
muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.
65.
İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu
yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar
olun! dediklerimizi elbette bilmektesiniz.
66.
Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hadiseyi
bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi,
müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.
Allah Benî İsrail’den kötülükte şuurlu olarak
ısrar eden o bedbahtları önce maymun kılığına
sokmuş, sonra da onları helâk etmiştir. Bunun,
insanların aslının maymun olduğu iddiasıyla
bir ilgisi yoktur.
67.
Musa, kavmine: Allah bir sığır kesmenizi
emrediyor, demişti de: Bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi.
O da: Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım,
demişti.
68.
«Bizim adımıza Rabbine dua et, bize onun ne
olduğunu açıklasın» dediler. Musa: Allah diyor
ki: «O, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arasında
bir inek.» Size emredileni hemen yapın, dedi.
69.
Bu defa: Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın,
dediler. «O diyor ki: Sarı renkli, parlak tüylü,
bakanların içini açan bir inektir» dedi.
70.
«(Ey Musa!) Bizim için, Rabbine dua et de onun nasıl bir
sığır olduğunu bize açıklasın,
nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz,
inşaallah emredileni yapma yolunu buluruz» dediler.
71.
(Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz
boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin
sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası
bulunmayan bir inektir. «İşte şimdi gerçeği
anlattın» dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler,
ama az kalsın kesmeyeceklerdi.
72.
Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında
birbirinizle atışmıştınız. Halbuki
Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.
73.
«Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin)
bir parçasıyla vurun» dedik. Böylece Allah ölüleri
diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini
(Peygamberine verdiği mucizelerini) gösterir.
Sığır
kesme kıssası, daha ziyade İsrailoğullarından
iki gencin, mirasına konmaları için amcalarını
öldürmelerine bağlanır. Olay Hz. Musa’ya arzedilir. Hz.
Musa bir türlü katilleri bulamaz ve Allah’a sığınır.
O da bir sığır kesilmesini, onun bir parçasıyla
ölüye vurulmasını, ölünün dirilip katili haber vereceğini
bildirir. Netice de böyle olur. Âyetlerin zahiri de buna işaret
eder. Ancak eski Mısırlıların ineğe
tapmaları, bir ara yahudilerin de buzağıya
tapmış olmaları, sığır kesilmesi
hadisesinde başka hikmetlerin de bulunduğunu gösterir.
«Bir
parçasıyle ona vurun» buyurulup arkasından da Allah’ın
ölüleri diriltmesinden bahsedilince, müfessirlerin çoğu bunu
«kesilen ineğin bir parçası ile ölüye vurulmak suretiyle
onun dirilmesi» şeklinde anlamışlardır. Bu
takdirde olay bir mucizedir; Allah’ın kudreti ile ölü böyle
bir sebep olmadan da dirilebilir. Dikkatleri daha ziyade çekmek için
böyle bir merasim tertip edilmiş ve akabinde mucize gerçekleşmiştir.
74.
(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz
katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi
yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi
var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki,
çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan
bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan
aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta
olduklarınızdan gafil değildir.
75.
Şimdi (ey müminler!) onların size
inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan
bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de
iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.
76.
(Münafıklar) inananlarla
karşılaştıklarında «İman ettik»
derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıkları
vakit ise: Allah'ın size açtıklarını
(Tevrat'taki bilgileri), Rabbiniz katında sizin aleyhinize
hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz;
bunları düşünemiyor musunuz? derler.
77.
Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açıkça yaptıklarını
da Allah bilmektedir.
78.
İçlerinde bir takım ümmîler vardır ki,
Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Bütün bildikleri
kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde
bulunuyorlar.
Ümmî,
okur yazar olmayan demektir. Yahudi yahut hıristiyan
olmayan Araplara da ümmî diyenler olmuştur.
79.
Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel
karşılığında satmak için «Bu Allah
katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle
yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve
kazandıklarından ötürü vay haline onların!
80.
İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün
müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki
(onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız
-ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
81.
Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü
kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler
cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
82.
İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da
cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
83.
Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca
Allah'a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya,
yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış
ve «İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı
kılın, zekâtı verin» diye de emretmiştik.
Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp
gittiniz.
İsrailoğullarının
yaptığı işler ve davranışlar
hakkındaki bu bilgiler, Kur’an’ın geldiği
devirde yaşayan yahudilerin Tevrat’ı tahrif edip gerçekleri
gizlemelerinden dolayı verilmiştir. Çünkü Hz.
Muhammed gönderildiği zaman Arabistan’da özellikle
Medine (Yesrib) ve civarında oldukça kalabalık bir
yahudi topluluğu yaşamakta idi. Âhir zaman peygamberi
gönderilmeden önce bir peygamber geleceğini etrafa yayan
yahudiler, peygamberimiz gelince ağız
değiştirdiler. Zira onlar gelecek peygamberi
yahudilerden bekliyorlardı. Araplardan gelince onu
kıskandılar. Kur’an’da yahudiler hakkında
daha çok bilgi verilmesinin sebebi budur. Âhir zaman
peygamberi, sonunda hıyanetleri yüzünden onlarla savaşmak
ve onları yurtlarından sürmek zorunda kalmıştır.
Yahudiler hâla müslümanlara olan düşmanlıklarını
devam ettirmektedirler.
84.
(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin
kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi
yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza
dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek
sonunda bunları kabul etmiştiniz.
85.
Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün
tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi
yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta
onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları
yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde
(hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak
geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz.
Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir
kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle
davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık;
kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir.
Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil
değildir.
86.
İşte onlar, ahirete karşılık dünya
hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne
azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım
edilecektir.
İslâm’dan önce Medine’de
bulunan yahudiler iki fırka idiler. Onlardan birisi Evs,
diğeri de Hazrec kabilesi ile beraber idi. Evs ile Hazrec
kavga edip harbe tutuşunca onlar da beraber
savaşırlardı. Bu arada yahudiler birbirlerini
öldürürler ve yurtlarından kovarlardı. Esir olarak
geri geldiklerinde bu sefer onları fidye verip geri
alırlardı. Bu durum sorulduğu zaman da «Ne yapalım,
Allah’ın emri böyle» derlerdi. Bunun gibi türlü mel’anetler
yaparlardı.
87.
Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Ondan sonra ardarda
peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da
deliller verdik. Ve onu, Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile
destekledik. Ama ne zaman size bir peygamber nefislerinizin hoşlanmadığı
bir şey getirdiyse büyüklük taslayarak kimini yalanladığınız
kimini de öldürdüğünüz doğru değil mi!
Burada Allah Teâlâ İsrailoğullarına şu anlamda
olmak üzere ikazda bulunuyor: Andolsun ki Musa’ya kitabı biz
verdik, ondan sonra gelen peygamberleri biz gönderdik. Hz. İsa’yı
da biz gönderdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile takviye ettik. Siz onu
öldürmeye teşebbüs ettiniz, fakat bunu yapamadınız.
Hz. Muhammed’i de öldürmeye teşebbüs ediyorsunuz. Onu da
yapamazsınız, biz onu koruruz. İnkâr ve isyanınız
sebebiyle Allah’ın lânetini hakettiniz. Bundan sonra iman
etmeniz beklenmez. Ortaya koyduğunuz mazeretler de geçersizdir.
88.
(Yahudiler peygamberlerle alay ederek) «Kalplerimiz
perdelidir» dediler. Hayır; küfür ve isyanları
sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir. O yüzden çok az
inanırlar.
89.
Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken
kendilerine Allah katından ellerindeki (Tevrat'ı)
doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat'tan) bilip öğrendikleri
gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr
ettiler. İşte Allah'ın lâneti böyle inkârcılaradır.
83. âyette geçen açıklamaya bakınız.
90.
Allah'ın kullarından dilediğine peygamberlik
ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın
indirdiğini (Kur'an'ı) inkâr ederek kendilerini
harcamaları ne kötü bir şeydir! Böylece onlar,
gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler
için alçaltıcı bir azap vardır.
91.
Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin,
denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a)
inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr
ederler. Halbuki o Kur'an, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı
doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır.
(Ey Muhammed!) Onlara: Şayet siz gerçekten inanıyor
idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden
öldürüyordunuz? deyiver.
92.
Andolsun Musa size apaçık mucizeler getirmişti. Sonra
onun ardından, zalimler olarak buzağıyı
(tanrı) edindiniz.
93.
Hatırlayın ki, Tûr dağının
altında sizden söz almış: Size verdiklerimizi
kuvvetlice tutun, söylenenleri anlayın, demiştik.
Onlar: İşittik ve isyan ettik, dediler. İnkârları
sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi dolduruldu. De ki:
Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü
şeyler emrediyor!
Yahudiler Tevrat’tan edindikleri bilgilere göre bir
peygamber geleceğini biliyorlardı ve bunun
kendilerinden geleceğini düşünerek ondan
faydalanmanın planlarını
yapıyorlardı. Bekledikleri peygamber Araplardan
gelince onu inkâr ettiler. 89. âyette buna işaret
edilmiştir. Onlar aslında Hz. Musa’ya da
hakkıyla inanmış değillerdir. 92. âyette
ifade edildiği gibi Hz. Musa nice mucizeler
getirdiği halde o Tûr’a gidince buzağıya
taptılar.
94.
(Ey Muhammed, onlara:) Şayet (iddia ettiğiniz gibi)
ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil
de yalnızca size aitse ve bu iddianızda doğru
iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım), de.
95.
Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler
(günah ve isyanları) sebebiyle hiç bir zaman ölümü
temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.
Yahudiler,
«Ahiret hayatı sadece bize aittir» şeklinde iddia
etmişler, bununla «Yahudi olmayanlar öbür dünyada
nimete nail olamazlar» demek istemişlerdi. Bu iddiaya
karşılık siz de onlara «Madem ki öyledir, hadi
ölümü isteyin» deyiniz. Ama onlar asla ölmek istemezler. Bu
âyetler, yahudilerin ırkçılık düşüncesinin
ahirete kadar uzandığını gösterir.
96.
Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı
insanların en düşkünü olarak bulursun.
Putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın.
Oysa yaşatılması onu azaptan
uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta
olduklarını eksiksiz görür.
97.
De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki
Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet
rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı
ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.
Rivayete göre Fedek hahamlarından Abdullah b. Suriye
Peygamberimizle münakaşa etmiş, kendisine vahyi
kimin getirdiğini sormuş, «Cebrail» deyince «O
bizim düşmanımızdır. Başkası
getirseydi iman ederdik» demiştir. Bunun üzerine bu
âyet inmiştir.
98.
Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e
düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin
düşmanıdır.
99.
Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. (Ey Muhammed!)
Onları ancak fasıklar inkâr eder.
100.
Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine
kendilerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten
onların çoğu iman etmez.
101.
Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı
tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitaptan bir gurup, sanki
Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu
arkalarına atıp terkettiler.
102.
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında
onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi
oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı.
Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri
ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni
öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz
ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış
inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç
kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki
melekden, karı ile koca arasını açacak
şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler,
Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar,
kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler.
Sihri satın alanların (ona inanıp para
verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok
iyi bilmektedirler. Karşılığında
kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke
bunu anlasalardı!
Eski kavimlerin çoğu sihre inanırlardı. Bu yüzden
sihir, dini inançlarla tamamen karışmış
durumda idi. Bu sebeple sihirbazlar halkı
kandırıyorlardı. Sihir çeşitleri şöyledir:
(1)
Keldânîlerin sihri: Bunlar yıldızlara taparlar, kâinatı
idare edenlerin yıldızlar olduğunu, hayır ve
şerrin onlardan geldiğini, semavî güçlerin yerdeki
güçlerle birleşmesi sonucu mucizeler meydana geldiğini söylerlerdi.
Bunları irşat için Allah, Hz. İbrahim’i gönderdi.
Bunlar da kendi aralarında üç fırka idiler:
a)
Eflâk ve yıldızların ebedî olduğunu söyleyenler
ki, onlara «Sâbie» denilir.
b)
Eflâkin ulûhiyetine inananlar. Bunlar, her felek için yerde bir put
yapmış ve ona hizmet etmiş putperestlerdir.
c)
Eflâki ve yıldızları yaratan birisi olduğunu ve
bunun onlara yeryüzünü idare etme hakkı verdiğini söyleyenler.
Bunlar yıldızları aracı kabul ederlerdi.
(2)
Ruh gücüne dayanılarak ortaya konan sihir: Buna göre insan
ruhu tasfiye ile icadetme, öldürme, diriltme, bünye ve şekilde
değişiklik yapma gücüne ulaşır.
(3)
Ruhanî varlıklardan faydalanılarak yapılan sihir: Bu
da muska yapmak ve cinlerden yardım almak gibi şekillerle
uygulanır.
(4)
Göz boyamak şeklinde yapılan sihir: Hokkabazlık, el
çabukluğu ve benzeri davranışlar gibi.
İslâm
âlimleri, sihrin birinci ve ikinci şekline inananların kâfir
olduklarında ittifak etmişlerdir. Ancak, âyette bildirildiği
şekilde, yaratıcının Allah Teâlâ olduğuna
inanarak ve kötülükte kullanmamak şartıyla sihir ilmini
öğrenmekte beis yoktur. Yahudiler arasında büyü yaygın
idi. Bu yüzden Hz. Süleyman’ın büyük bir büyücü olduğunu,
hükümdarlığı büyü ile elde ettiğini,
hayvanlara ve cinlere büyü ile hükmettiğini söylerler ve buna
inanırlardı. Hz. Süleyman Kur’an’da peygamber olarak
tanıtılınca «Muhammed Süleyman’ı peygamber
sanıyor, halbuki o bir büyücüdür» dediler.
103.
Eğer iman edip kendilerini kötülükten korusalardı,
şüphesiz, Allah tarafından verilecek sevap daha
hayırlı olacaktı. Keşke bunları
anlasalardı!
104.
Ey iman edenler! «Râinâ» demeyin, «unzurnâ» deyin.
(Söylenenleri) dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap
vardır.
Resûlullah (s.a.) müslümanlara bir şey öğretirken, bizi
biraz bekle, acele etme manasına «Râinâ» derlerdi.
Yahudilerin de sövmek manasına gelen «Râinâ» kelimeleri vardı.
Müslümanların bu sözünü işitince, Efendimize kötü
maksatla öyle hitap etmeye başladılar. Bunun üzerine
«Râinâ» demeyin, o manaya gelen «unzurnâ» deyin denildi ki,
bizi bekle demektir.
105.
(Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de
Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler.
Halbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük
lütuf sahibidir.
106.
Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır
veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya
benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye
kadirdir.
Sonra gelen bir âyetin, daha önceki âyetin hükmünü
yürürlükten kaldırmasına «nesh» denir. Allah
Teâlâ, insanlığın medenî ve kültürel gelişmesine
ve bu gelişmenin doğurduğu ihtiyaçlara uygun
olarak, gerektikçe yeni peygamber ve kitaplar göndermiş,
öncekilere ait bazı hükümleri yürürlükten kaldırmıştır.
Naslarının hükmü ebedi olan Kur’an-ı Kerim
nâzil olurken, bu döneme mahsus olmak üzere bazı
âyetler, diğerlerini neshetmiştir; ancak
bunların sayısı oldukça azdır ve ilk
İslâm neslinin terbiye ve intibakını temin
maksadına yöneliktir.
107.
(Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı
yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka
ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
108.
Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu
gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim
imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru
yoldan sapmış olur.
Peygambere çok soru sorulması, hükümlerin çoğalmasını
ve daralmasını gerektirir. Onun için Medine
devrinde bir ara soru sormak yasak edilmiştir.
109.
Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık
belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan
ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre
döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki
emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
110.
Namazı kılın, zekâtı verin, önceden
kendiniz için yaptığınız her iyiliği
Allah'ın katında bulacaksınız. Şüphesiz
Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.
111.
(Ehl-i kitap:) Yahudiler yahut hıristiyanlar hariç hiç
kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların
kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız
delilinizi getirin, de.
112.
Bilâkis, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse
(Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi
katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır,
ne de üzüntü çekerler.
Bu
âyette Allah’a kulluk etmek ihsan vasfına
bağlanmıştır. Yani bir kimse ibadet etmekle
kendisini kurtaramaz. Kendini kurtarması için muhsinlerden olması
gerekir. Muhsin: Yaptığı işi Allah için yapan,
sadece O’ndan korkan, o sebeple işini noksansız bitiren ve
her işin hakkını veren kimse demektir.
Hıristiyan
Araplardan oluşan Necran heyeti Resûlullah’ın huzuruna çıkınca
yahudiler onların yanlarına geldiler. Aralarında münakaşa
yaptılar. Birbirlerini itham ettiler. Bunun üzerine 113. âyet
geldi.
113.
Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta
oldukları halde Yahudiler: Hıristiyanlar doğru
yolda değillerdir, dediler. Hıristiyanlar da:
Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler.
(Kitabı) bilmeyenler de birbirleri hakkında
tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah,
ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar
hakkında hükmünü verecektir.
114.
Allah'ın mescidlerinde O'nun adının
anılmasına engel olan ve onların harap
olmasına çalışandan daha zalim kim vardır!
Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri
gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.)
Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.
115.
Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz
Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi
bilendir.
Allah her yerde hâzır ve nâzır olmakla birlikte,
namazda kıbleye dönmek ibadetlerde nizam ve intizamı
sağlamak gayesine matuftur.
116.
«Allah çocuk edindi» dediler. Hâşâ! O, bundan
münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur,
hepsi O'na boyun eğmiştir.
Yahudiler «Uzeyr Allah’ın oğludur» derken hıristiyanlar
«İsa Allah’ın oğludur» dediler. Müşrik
araplar ise «Melekler Allah’ın
kızlarıdır» demişlerdi. Bu âyette, Allah
Teâlâ’nın bunlardan münezzeh olduğu hususu
vurgulanmıştır.
117.
(O), göklerin ve yerin eşsiz
yaratıcısıdır. Bir şeyi
dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir.
Allah
Teâlâ’nın bir şeyi murat etmesi, onun hakkında
«Ol!» emridir. Allah’ın dilediği her şey vakti
saati gelince mutlaka olur.
118.
Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da
bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi? Onlardan
öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini
demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da
birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere
âyetleri apaçık gösterdik.
119.
Doğrusu biz seni Hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
120.
Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da
asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru
yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra
onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki,
Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı
vardır.
121.
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den
bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar.
Çünkü onlar, ona iman ederler. Ama her kim onu inkâr ederse,
işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.
Bu âyet, yahudi âlimlerinden Abdullah ibni Selâm ve arkadaşları
hakkında inmiştir. Bunlar Kur’an’a
inandılar ve ondaki ahkâmı tasdik ettiler. Bir
başka rivayete göre de bu âyet Cafer b. Ebî Talip’le
beraber Habeşistan’dan gelen kırk kişilik
cemaat hakkındadır ki, bunlar ehl-i kitaptan
İslâm’ı kabul edenlerdir.
122.
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve
sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış
olduğumu hatırlayın.
123.
Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası
namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul
edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir
yardım da görmezler.
Şefaat,
bazı şartlara bağlıdır. En önemlisi ise
imandır.
124.
Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle
sınamış, onları tam olarak yerine getirince:
Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti.
«Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!) » dedi. Allah: Ahdim
zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.
125.
Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli
bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından
bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın).
İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete
kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun,
diye emretmiştik.
126.
İbrahim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir
şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe
inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu
ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır,
sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak
yerdir orası!
Allah, inkâr edenleri de dünyada rızıklandırmakta,
dünya nimetlerinden diledikleri gibi istifade etmelerine
imkân vermektedir. Şu halde dünya nimeti, dindarlığa
bağlı değildir. Dünya nimeti mümine de
kâfire de verilir. Bunlar birer imtihan vesilesidir; hayırlı
olup olmadıkları neticeye bağlıdır.
Servet ve iktidar, eğer kulluğa vesile olmuş
ise o zaman bu, iki cihan saadetidir. Azgınlık ve
sapıklığa sebep olmuş ise ebedî hayatı
mahvetmiş, saadet yerine felâket getirmiş olur.
127.
Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber
Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle
diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz
sen işitensin, bilensin.
Kâbe’nin yapılışı hakkındaki
rivayetlere göre, Hz. Âdem ile Havva cennetten çıkarıldıkları
vakit yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraberce
batıya doğru yürürler, Kâbe’nin bulunduğu
yere gelirler. Bu esnada Âdem, bu buluşmaya şükür
olmak üzere Rabbine ibadet etmek ister ve cennette iken,
etrafında tavaf ederek ibadet ettiği nurdan sütunun
tekrar kendisine verilmesini diler. İşte o nurdan sütun
orada tecelli eder ve Hz. Âdem, onun etrafında tavaf
ederek Allah’a ibadet eder. Bu nurdan sütun Hz. Şît
zamanında kaybolur, yerinde siyah bir taş
kalır. Bunun üzerine Hz. Şît, onun yerine taştan
onun gibi dört köşe bina yapar ve o siyah
taşı binanın bir köşesine
yerleştirir. İşte bugün Hacer-i Esved diye
bilinen siyah taş odur. Sonra Nuh tufanında bu bina
kumlar altında uzunca bir süre gizli kalır. Hz.
İbrahim Allah’ın emriyle Kâbe’nin bulunduğu
yere gider, oğlu İsmail’i annesiyle birlikte orada
iskân eder. Sonra İsmail ile beraber Kâbe’nin bulunduğu
yeri kazar. Hz. Şît tarafından yapılan
binanın temellerini bulur ve o temellerin üzerine bugün
mevcut olan Kâbe’yi inşa eder. Âyette «Beytullah’ın
temellerini yükseltiyor» cümlesi bunu ifade eder.
128.
Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl,
neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize
ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri
çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.
129.
Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine
okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları
temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her
şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.
130.
İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz
çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz
o ahirette de iyilerdendir.
131.
Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin
Rabbine boyun eğdim, demişti.
132.
Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti,
Ya'kub da, "Oğullarım! Allah sizin için bu dini
(İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak
ölünüz" (dediler).
133.
Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı
idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: Benden sonra kime
kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların
İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan
tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim
olmuşuzdur, dediler.
134.
Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların
kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız sizindir. Siz onların
yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
135.
(Yahudiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) Yahudi ya da hıristiyan
olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki:
Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız.
O, müşriklerden değildi.
Hanîf, her türlü batıl dinden uzak durup,
yalnızca hak dine yönelen kişi demektir.
136.
«Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail,
İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya
verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere
verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin
inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk» deyin.
Esbât,
torunlar demektir. Burada Hz. Ya’kub’un on iki evlâdından
torunları kasdedilmiştir.
137.
Eğer onlar da sizin inandığınız gibi
inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse
mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar.
Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir,
bilendir.
138.
Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan
daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz
(deyin).
Zemahşerî’nin
açıklamalarına göre hıristiyanlar, yeni doğan
çocukları, bir su ile boyarlar ve «İşte şimdi
hıristiyan oldu» derlerdi ve bunu o çocuk için bir temizlik
sayarlardı. Âyette müslümanların buna
karşılık «Allah’ın boyası ile
boyandık» demeleri emredildi. Allah’ın boyası
İslâm fıtratı, İslâm ve iman temizliğidir.
139.
De ki: Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu
halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı
girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize,
sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden
bağlananlarız.
140.
Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâtın
yahudi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?
De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah
tarafından kendisine (bildirilmiş) bir
şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir.
141.
Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların
kazandıkları kendilerine, sizin
kazandıklarınız da size aittir. Siz onların
yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
Resûlullah
(s.a.) Medine’ye geldikten sonra müslümanlar on altı on yedi
ay kadar Kudüs’e yönelerek namaz kıldılar. Bu durum
yahudilerin şımarmalarına, «Muhammed ve ashâbı
kıblelerinin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz onlara
yol gösterdik» gibi laflar etmelerine ve bunu etrafa yaymalarına
sebep olmuştu. Resûlullah, Allah’tan İslâm’a kendi kıblesinin
verilmesini niyaz etti. İşte bundan sonra Kudüs’ten Kâbe’ye
dönülmesi emri geldi. Bunun üzerine yahudiler ve münafıklar
tekrar ileri geri konuşmaya başladılar. İşte
kıble ile ilgili 142 ve devamındaki âyetler bu olayı
anlatır.
142.
İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Yönelmekte
oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?
diyecekler. De ki: Doğu da batı da
Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.
143.
İşte böylece sizin insanlığa şahitler
olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için
sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin
yeri (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri
üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble
yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden
başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin
imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira
Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Rivayete göre kıyamette milletler peygamberlerinin
tebliğatını inkâr ederler. Allah
peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair delil ister.
Bunun üzerine ümmet-i Muhammed getirilir ve onlar buna
şehadet ederler. Onlara «Siz bunu nereden öğrendiniz?»
diye sorulur. Onlar da «Kur’an’dan ve Resûlullah’tan
öğrendik» derler. Nihayet Resûlullah getirilir ve o da
buna şahitlik eder.
144.
(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru
çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini)
görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun
olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık
yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey
müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi
o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun
Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah
onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.
145.
Yemin olsun ki (habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti
(mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler.
Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar
da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden
sonra eğer onların arzularına uyacak olursan,
işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.
146.
Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi),
öz oğullarını tanıdıkları gibi
tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği
gizler.
Yahudiler Tevrat’ta, hıristiyanlar da İncil’de
âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler,
onun gelmesini beklediler; her nesil bunu kendinden sonra
geleceklere anlattı ve inanmalarını tavsiye
etti. Bunun için her iki zümre de bu peygamberin gelmesini
dört gözle bekliyorlardı. Ancak onun Araplar
arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini
görünce sırf ırkçılık gayret ve düşüncesiyle
inkâr ettiler. Halbuki onun hak peygamber olduğunu,
kendi oğullarını bilip
tanıdıkları gibi biliyorlardı.
147.
Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan
olma!
148.
Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!)
Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede
olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
149.
Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana
gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan
habersiz değildir.
150.
(Evet Resûlüm!) Nereden yola çıkarsan çık
(namazda) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede
olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, aralarından
haksızlık edenler (kuru inatçılar) müstesna,
insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delili
bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız
benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da
doğru yolu bulasınız.
151.
Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi
kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve
hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl
gönderdik.
152.
Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi
anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük
etmeyin!
153.
Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım
isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.
Sabır
ile namaz, nefsin kötü arzularına karşı en büyük
silahtır.
154.
Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilakis
onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.
155.
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan,
canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz.
(Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!
156.
O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz
Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz,
derler.
157.
İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet
hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
Bedir’de şehit düşen 14 kişi hakkında nâzil
olduğu rivayet edilen bu âyet, kabir azabına yahut
safasına da delildir. Ölüm, korku, açlık, mal
azlığı, fakirlik, hastalık; bunların
hepsi birer imtihandır. Bunlar dünya hayatının
ayrılmaz parçalarıdır, hiç kimse bunlardan
birisine yakalanmaktan kurtulamaz. En sonunda herkes
ölecektir. İnanan akıllı kişi,
bunları Kur’an’a göre anlayıp
değerlendirendir.
158.
Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu
nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı ziyaret eder
veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah
yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz
Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.
Safa ile Merve, Kâbe’nin doğu tarafında iki
tepenin adıdır. Hâcer validemiz Hz. İsmail için
su ararken bu iki tepe arasında yedi defa
koşmuştur. Bugün hac ve umre için Beytullah’ı
ziyaret ve tavaf edenler, aynı zamanda Safa ile Merve
arasında sa’yederler. Âyette, iki tepe arasında
sa’yetmekte (gelip gitmekte) günah yoktur, denilmiştir.
Çünkü cahiliye devrinde her iki tepede de birer put vardı.
Her ne kadar İslâm bu putları
kaldırmışsa da bazı kimselerin içinde bir
şüphe kaldı. İşte 158. âyetle bu şüphe
tamamen giderilmiş oldu.
159.
İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu
-kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra-
gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün
lânet ediciler lânet eder.
160.
Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği
açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben
onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul
eden ve çokça esirgeyenim.
161.
(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere
gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların
lâneti onların üzerinedir.
162.
Onlar ebediyen lânet içinde kalırlar. Artık ne
azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.
163.
İlâhınız bir tek Allah'tır. O'ndan
başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.
Bundan
önceki âyetlerde Allah’a ve O’nun gönderdiği dine
karşı nankörlük edenlerin nasıl kötü bir âkıbete
sürüklendikleri, onların ebediyen kötülenecekleri anlatılmıştır.
Bundan sonraki âyetlerde ise, her insanda en büyük ilâhî nimet
olan aklı herkesin yerli yerince kullanması, etrafına
dikkat ve ibretle bakması için kâinat olaylarına temas
edilmiştir. Zira hakkıyla düşünen, etrafına
ibretle bakan kimse, mutlaka Allah’ı bulur ve O’na
inanır.
164.
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece
ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara
fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden
gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı
canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit
canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile
gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde
düşünen bir toplum için (Allah'ın
varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok
deliller vardır.
165.
İnsanlardan bazıları Allah'tan
başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de
onları Allah'ı sever gibi severler. İman
edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok
daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri
zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait
olduğunu ve Allah'ın azabının çok
şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.
166.
İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup
arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla
uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş,
nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.
Dünyada hiç düşünmeden bazı kimseleri
kendilerine önder edinen, böylece bâtıl yola giden
kimseler ahirette o önderlerin kendilerinden uzaklaştıklarını
görürler. Ancak her iki taraf da içine girecekleri azabı
görecekler ve ondan kurtuluş
olmadığını anlayacaklardır. Dünyadakinin
tersine, bu sefer uyanlar konuşurlar, ama artık
faydası yoktur.
167.
(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha
dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi
onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de
onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini,
pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir
ve onlar artık ateşten çıkamazlar.
168.
Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz
olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin;
zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.
169.
O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
Şeytan,
insanın içinde bulunan kötü düşünce ve arzuları körükler,
insan nefsine kötülüğü sevdirir. Bu sebeple insanın kötülük
yapmasını kolaylaştırır. O yüzden Hz.
Ebubekir: «Büyük adam, nefsinin isteklerine uymayan kimsedir» demiştir.
170.
Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun,
denildiği zaman onlar, «Hayır! Biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola
uyarız» dediler. Ya ataları bir şey
anlamamış, doğruyu da bulamamış
idiyseler?
171.
(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin
durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını
işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar,
dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.
170-171.
âyetlerde insanların körükörüne eskiye bağlanmaları,
yeni ortaya konmuş fikirlere kulak vermemeleri kötülenmiş,
bu konuda doğru olanın, akılcı olarak hareket
edilmesi olduğu söylenmiştir.
Zemahşerî’ye
göre âyetin meâli şöyledir: Kâfirleri doğru yola çağıran
davetçinin (Peygamber’in) durumu, bağırıp çağırmadan
başka bir şey işitmeyenlere seslenen çobanın
durumu gibidir.
172.
Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların
temiz olanlarından yeyin, eğer siz yalnız Allah'a
kulluk ediyorsanız O'na şükredin.
173.
Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve
Allah'tan başkası adına kesileni haram
kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa,
başkasının hakkına saldırmadan ve haddi
aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok
ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir
İslâm’da
zorluk yoktur. Zaruretler mahzurları ortadan kaldırır.
Bir kimse elinde olmayan sebeplerle haram olan bir şeyi yemek ya
da bir işi işlemek zorunda kalırsa, haddi aşmamak
ve o şeyi devamlı helâl saymamak şartıyla zaruret
miktarınca yiyebilir. Bu durumda dinen günah işlemiş
sayılmaz.
174.
Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman
Peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir
paha ile değişenler yok mu, işte onların
yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten
başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah
ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır.
Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Yahudi hahamları Peygamberimizin Tevrat’ta zikredilen
vasıflarını gizlediler ve yaptıkları
bu kötü iş için de maddi karşılık
aldılar. Âyette bunun ne kötü bir davranış
olduğu anlatılmaktadır.
175.
Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı,
mağfirete bedel olarak da azabı satın almış
kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!
176.
O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak
indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı
yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler,
elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.
Allah Teâlâ’nın Kur’an’ı hak olarak
indirdiği apaçık ortada iken, ondaki ahkâmı;
sağlam delillere dayanmadan kendi arzularına göre
yorumlamak isteyenlerin, gerçeklerden uzak kaldıkları
ve içinden çıkılmaz ayrılıklara düştükleri,
bu yüzden de hem dünyada hem de ahirette zarara uğrayacakları
anlatılmıştır.
177.
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına
çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin
yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe,
meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın
rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere
sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir.
Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine
getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar,
bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler
ancak onlardır!
178.
Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas
farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına
kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası,
kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar
bağışlanırsa artık (taraflar)
hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti)
güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir
hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa
muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.
Bütün dinler, hukuk ve ahlâk sistemleri, haksız olarak
adam öldürmenin, cana kıymanın büyük bir suç
olduğunda birleşmişlerdir. Farklılık,
bu suçun önlenmesi için alınması gereken tedbirde
kendini göstermektedir. İslâm, suça iten sebepleri
azamî ölçüde ortadan kaldırmış, insanı
iman, ibadet ve ahlâk terbiyesi ile olgunlaştırmak
için gerekli tedbirleri almış, bütün bunlardan
sonra da kısas adıyla «cana kıyanın
canına kıyılır» kaidesini koymuştur.
Haksız aflarla bir gün hürriyete kavuşmak ümidi
içinde beslenen kimselerin bu hali (hapis cezası) hiç
de caydırıcı ve suçu önleyici bir tedbir değildir.
Kısası tazminata (diyete) çevirme hakkı,
öldürme suçunun acı neticelerine katlanmakta olan
ölü yakınlarına (velilere) aittir.
Başkası bu cezayı bağışlayamaz.
179.
Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır.
Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.
«Kısasta
hayat vardır» sözü, gerçekten dikkate değer bir
ifadedir. Zira kısas tatbik edilirse bir kişinin
öldürülmesiyle pek çok kimsenin yaşaması
sağlanır. Çünkü cezasının ölüm olduğunu
bilen kimse, bu suçu işlemeyecektir.
180.
Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal
bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde
vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
Mirasla
ilgili âyetler gelmeden önce, kişinin servetinden ana, baba ve
akrabalarına bir miktar verilmesi için vasiyet etmesi emredilmiştir.
Ancak, Nisâ sûresinde gelen miras âyetleri ile herkesin hakkı
kesin ve net olarak belirlenmiş, Efendimiz de «Allah her hak
sahibine hakkını vermiştir. Bundan sonra vârise
vasiyet yoktur» buyurmuş, böylece yukarıdaki âyet
neshedilmiştir. Fakat mirastan payı olmayan akraba ve düşkünlere
ve hayır müesseselerine vasiyet bâkidir. Her müslüman
gönüllü olarak servetinden istediği yere vasiyet edebilir.
181.
Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti
değiştirirse, günahı onu
değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her
şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.
İslâm’da vakıf müessesesi hadislere dayanmakla
birlikte sadaka-i câriye mahiyetinde olan ve ammeye hizmet
veren vakıfları, bunların şekil ve
şartlarını haksız olarak
değiştirenler de vasiyeti değiştirenler
gibi telakki edilmiş, bu âyet birçok vakıf
eşya üzerine ve vakıfnâmelere yazılmıştır.
182.
Her kim, vasiyet edenin haksızlığa yahut günaha
meyletmesinden endişe eder de (alâkalıların)
aralarını bulursa kendisine günah yoktur. Şüphesiz
Allah çok bağışlayan hem de esirgeyendir.
183-187. âyetlerde Allah Teâlâ müslümana farz kılınan
ramazan orucundan söz eder. Oruç, İslâm’ın
beş temelinden biridir. Orucun farziyeti Kur’an’da
belirtilmiştir. Oruca tahsis edilen ramazan ayı
faziletli bir aydır. Bu ayın fazileti, içinde Kadir
gecesi bulunmasındandır. Kadir gecesinin üstünlüğü
ise, kendisinde Kur’an indirilmiş
olmasındandır. Çünkü Kur’an ramazan ayında
ve Kadir gecesinde topluca, levh-i mahfuzdan Beytü’l-izze
denilen makama indirilmiş ve yine Kadir gecesinde ilk
olarak Hira dağında, Peygamberimize vahiy olarak
gelmeye başlamıştır. Buna göre ramazan ayının
ve Kadir gecesinin üstünlüğü, Kur’an’ın bu
ayda ve bu gecede inmesinden ileri gelmektedir. Bu
üstünlükleri sebebiyle ramazan ayı, büyük bir ibadet
olan oruca tahsis edilmiştir.
183.
Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş
ümmetlere farz kılındığı gibi size de
farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.
184.
Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı).
Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa
(tutamadığı günler kadar) diğer günlerde
kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu
kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup
da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakiri doyuracak
fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır
yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne
rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
185.
Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve
doğruyu eğriden ayırmanın açık
delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır.
Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç
tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı
günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin.
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün
bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru
yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim
etmeniz, şükretmeniz içindir.
Dinde
güçlük yoktur. Allah orucu emretmiştir. Oruç tutma
şartları bulunan kimseler oruç tutarlar. Hastalık,
yolculuk gibi geçici bir engelden ötürü oruç tutamayan, sonra
kaza eder. İhtiyarlık ve iyileşmeyen müzmin hastalık
gibi devamlı özrü olanlar fidye verirler. Her türlü zahmete
rağmen kendi arzusu ile gönülden oruç tutan ve hayır
yapanlar övülmüştür.
186.
Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben
çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin
dileğine karşılık veririm. O halde
(kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana
inansınlar ki doğru yolu bulalar.
Rivayete göre bir bedevî Resûlullah (s.a.)a «Rabbimiz yakın
mıdır yoksa uzak mıdır? Yakınsa ona
fısıltı şeklinde dua edelim, uzaksa
bağıralım» dedi. Bunun üzerine âyet indi.
Allah’ın istediği iman ve itaattir. Allah, iman
edip itaat edenlerin dualarını kabul edeceğini
vadetmiştir. Gerçek manada iman edip Allah’a kulluk
edenlerin duası kabul olunur.
187.
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size
helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise,
siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize
kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi
bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde)
onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir
ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği
(aydınlığı), siyah ipliğinden
(karanlığından) ayırt edilinceye kadar
yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.
Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda
kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın
koyduğu sınırlardır. Sakın bu
sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece
Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.
İslâm’ın ilk zamanlarında farz olan ramazan
orucunu tutarken sahur yemeği yoktu. Oruç tutan kimse,
akşam orucunu açınca yatsı namazını
kılıp uyuyuncaya kadar yer içerdi. Bundan sonra
yemek, içmek ve kadınlara yaklaşmak haramdı.
Bazı müslümanlar dayanamayıp kadınlarına
yaklaştı. Bazıları iftardan sonra
yorgunlukları sebebiyle hemen uyudukları için,
ertesi gün açlık ve susuzluktan baygınlık geçirdiler.
Cenab-ı Allah müminlere acıdı ve bir
kolaylık olmak üzere bu âyeti indirdi. «Beyaz iplik ve
siyah iplik» ifadelerinden maksadı, «mine’l-fecr:
tanyerinin ağarmasından» ilâvesi açıklığa
kavuşturmuştur. Buna göre orucun başlaması
gereken zaman (imsak), güneşin doğmasına
değil, fecrin doğmasına, yani tanyerinin
ağarmaya başlamasına bağlıdır.
İplik tabiri de, tanyeri, ağarmasının
başlangıcını ifade etmektedir.
Aydınlık yayılıp yükselince, artık
ona «beyaz iplik» denemez. Aydınlığın
başladığı an sahurun bittiği ve
imsakin başladığı, aynı zamanda sabah
namazı vaktinin de girdiği andır.
188.
Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle
yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların
mallarından bir kısmını haram yollardan
yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme
hakimlerine) vermeyin.
Bu âyette işaret edilmek istenen mana, daha ziyade rüşvet
ve çıkarcılıktır. Binaenaleyh aldatma ve
dalavere ile elde edilen bütün kazançlar haramdır.
189.
Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar.
De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit
ölçüleridir. İyi davranış, asla evlere
arkalarından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi
davranış, korunan (ve ölçülü giden) kimsenin
davranışıdır. Evlere kapılarından
girin, Allah'tan korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Peygamberimize yeni doğan hilâlin önce incecik olması,
sonra her gün büyümesi, dolunay olduktan sonra tekrar
incelip kaybolması ve tekrar aynı şekilde
doğup devam etmesi sorulmuştu. Âyette verilen
cevapta «Ayın bu şekildeki hareketi, kamerî
senenin hesap edilmesini, özellikle hac günlerinin
bilinmesini sağlamaktır» denildi. Ayrıca
eskiden Araplar hac için ihram giydiklerinde veya hac dönüşünde
evlere kapısından değil de arkadan açılan
bir delikten girmenin iyilik olduğuna
inanırlardı. 189. âyette bunun da yanlış
olduğu anlatılmıştır.
190.
Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda
savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin,
çünkü Allah aşırıları sevmez.
191.
Onları (size karşı savaşanları)
yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları
yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam
öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlar sizinle
savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın.
Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz
de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası
böyledir.
192.
Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (şunu iyi
bilin ki) Allah gafûr ve rahîmdir.
193.
Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız
Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet
vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık
ve saldırı yoktur.
194.
Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler
(dokunulmazlıklar) karşılıklıdır.
Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar
saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle
beraberdir.
Resûlullah
(s.a.) hicretin altıncı yılında umre yapmak
maksadıyla Mekke’ye doğru yola çıkmıştı.
Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’ye gelince müşrikler
Mekke’ye girmelerini önlediler. Orada çetin münakaşalar
oldu. Sonunda İslâm tarihinin en mühim hadiselerinden biri olan
Hudeybiye antlaşması yapıldı. Bu antlaşmada
yer alan maddelerden birine göre, müslümanlar o sene Harem-i
Şerif’i ziyaret etmeden geri dönecekler, ertesi sene aynı
haram ayı içinde Mescid’i ziyaret edip umre yapacaklardı.
Müşrikler bunu başarı saydılar. Allah, müslümanları
ertesi sene aynı ayda Mescid-i Haram’a getirdi. Böylece haram
ay, haram aya karşılık oldu.
İslâm
hukukuna göre saldırıya ancak misli ile mukabele edilir,
aşırı gitmek suçtur. Bütün harplerde önce insanlar
dine çağrılır. Müslüman olmayı yahut cizye
vermeyi kabul etmeyenlerle savaşılır.
195.
Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi
tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel
yapın; Allah güzel yapanları sever.
Âyette
geçen «ihsan» kelimesi, bir işi tam ve noksansız yapmak,
işin hakkını vermek ve dürüst olmak demektir.
Nitekim
bir hadiste Resûlullah (s.a.)a «İhsan nedir?» diye sorulmuş.
O da: «Allah’a, O’nu görüyormuş gibi kulluk etmendir, her
ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor» buyurmuştur.
Kulluk umumî bir davranıştır. Bu itibarla hadisteki
manayı, özellikle ibadete yöneltmek doğru değildir.
Esasen Arapça’da ihsan, işi doğru dürüst yapmaktır.
Onun için işinin ehli olana «muhsin» denir. Tercüme bu anlayışa
göre yapılmıştır. Sosyal yardımı ve
adaleti de içine alan ihsan ve infakı, «tehlikeyi önleyen bir
tedbir» olarak gösteren âyet, adaletin anarşiyi ve ihtilâli
önlediğine de işaret etmektedir.
196.
Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer
(bunlardan) alıkonursanız kolayınıza gelen
kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden
her kim hasta olursa yahut başından bir
rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya
kurban olmak üzere fidye gerekir. (Hac yolculuğu için)
emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile
faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek
gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine
döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi
tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında
oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun. Biliniz ki Allah'ın
vereceği ceza ağırdır.
197.
Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse
(ihramını giyerse), hac esnasında kadına
yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek,
kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu
bilir. (Ey müminler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki
azığın en hayırlısı takvâdır.
Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten)
sakının.
Eskiden Araplar, hac mevsiminde bir takım panayırlar
kurarlar, orada çeşitli sahalarda
alışveriş yaparlardı. Bunlar o zaman
cahiliye devri âdetlerine göre cereyan ederdi. Müslümanlar
bunları günah saydılar. Allah Teâlâ aşağıdaki
âyetlerde bu hususa açıklık getirdi.
198.
(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lütfu
(kazancı) aramanızda size herhangi bir günah yoktur.
Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde
Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin ve O'nu size gösterdiği
şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış
gidenlerden idiniz
Diğer ibadetler gibi haccın da ferde ve topluma
sayısız faydaları vardır. Bunların en
önemlilerini şu maddelerde toplayabiliriz:
(1)
İhram, tek tip ve basit bir elbisedir. Bütün hacı
namzetleri bunu giyerek sonradan edindikleri mal, mülk, rütbe, makam
ve benzerlerini geride bırakır, tek farkın şahsî
faziletten ibaret olduğu gerçek eşitliği
yaşarlar.
(2)
Kefeni andıran ihram içinde yapılan Arafat vakfesi
aynı zamanda bir mahşer örneğidir. Bu manzara, belki
bir ömür boyu insana ölümü ve haşri hatırlatır.
(3)
Çeşitli ırk ve kültürlere mensup müslümanların
toplanmalarına vesile olan hac, bir «maddi ve manevi değerler»
alışverişine vasıta olmakta, müslümanları
birbirine yaklaştırmakta, problemlere ortak çözümler
arama imkânı vermektedir.
(4)
Kâbe etrafında tavaf, tevhid fikrini temsil etmekte, farklı
yönlere, fakat daima Kâbe’ye yönelerek kılınan namaz
«Nereye dönseniz Allah oradadır» prensibini ruhlara işlemektedir.
Metodlar, ictihatlar,kanaatler farklı olabilir, ancak her
şey Allah içindir, Allah rızasına yönelmelidir.
199.
Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden
siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü
Allah affedici ve esirgeyicidir.
200.
Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı
andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli
bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan
öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle
kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
201.
Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da
iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından
koru! derler.
202.
İşte onlar için, kazandıklarından büyük
bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah'ın
hesabı çok süratlidir.
203.
Sayılı günlerde (eyyam-ı teşrikte telbiye
ve tekbir getirerek) Allah'ı anın. Kim iki gün
içinde acele edip (Mina'dan Mekke'ye) dönmek isterse, ona
günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur.
Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah'tan korkun ve
bilin ki hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız.
204, 205, 206. âyetler Ahnes b. Şurayk hakkında
inmiştir. Güzel konuşan ve
yakışıklı bir kimse olan Ahnes, münafık
idi. Resûlullah’ın yanına gelir, güzel sözlerle
müslümanlık taslardı. Halbuki içi fenalık
dolu idi. İşi gücü müslümanlara zarar vermekti.
İşte âyetlerde böyle güzel konuşan, hoş
görünen kimselere hemen kanmamak, iyice emin olmadan kimseye
güvenmemek gerektiği anlatılmıştır.
204.
İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı
hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi
kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit
tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.
205.
O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti
mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri
tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır.
Allah bozgunculuğu sevmez.
206.
Böylesine «Allah'tan kork!» denilince benlik ve gurur
kendisini günaha sevkeder. (Ceza ve azap olarak) ona cehennem
yeter. O ne kötü yerdir!
207.
İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın
rızasını almak için kendini feda eder. Allah da
kullarına şefkatlidir.
İbn Abbas’tan gelen rivayete göre bu âyet Suheyb b.
Sinan er-Rumî hakkında inmiştir. Mekke müşrikleri
bu zatı yakalamış, dininden döndürmek için işkence
etmişlerdi. Suheyb, Mekkelilere «Ben ihtiyar bir adamım.
Malım da var. Sizden veya düşmanlarınızdan
olmamın size bir zararı olmaz, ben bir söz
söyledim ondan caymayı iyi görmem, malımı ve
eşyamı size verir, dinimi sizden satın
alırım» demişti. Onlar buna razı
olmuşlar, Suheyb’i salıvermişlerdi. Oradan
kalkıp Medine’ye gelirken bu âyet nazil oldu.
Şehre girerken kendisine rastlayan Hz. Ebubekir, «Alışverişin
kârlı olsun yâ Suheyb» demiş, o da «Senin alışverişin
de zarar etmesin» cevabını vermiştir.
208.
Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın
şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık
düşmanınızdır.
209.
Size apaçık deliller geldikten sonra, yine de
kayarsanız, şunu iyi bilin ki Allah azîzdir,
hakîmdir.
210.
Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve
meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş
bitirilmiştir. (Allah nizamı artık
değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.
211.
İsrailoğullarına sor ki kendilerine nice apaçık
mucizeler verdik. Kim mucizeler kendisine geldikten sonra
Allah'ın nimetini (âyetlerini) değiştirirse
bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir.
212.
Kâfir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı.
(Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki,
(iman edip) inkârdan sakınanlar kıyamet gününde
onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız
lutufta bulunur.
Ebu Cehil ve arkadaşları, fakir müminler ile alay
ettiler, bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Hayat gerçeğini
sadece dünya malı ile değerlendiren kâfirler için
dünya malı câzip hale getirilmiştir. Onun için
bunlar, üstün değerlere değil, geçici dünya malına
kıymet vermişler, sonunda dünya malı onlara hiçbir
fayda sağlamamıştır.
213.
İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve
uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar
arasında, anlaşmazlığa düştükleri
hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu
gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap
verilenler, apaçık deliller geldikten sonra,
aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa
düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde
ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi.
Allah dilediğini doğru yola iletir.
Bütün insanlık başlangıç itibariyle bir tek
ümmet idi. Hz. Âdem’den çoğalmıştı.
Zamanla ihtilafa düştüler. Peygamberler insanlar arasında
beliren anlaşmazlıkları gidermek için
gönderildi.
214.
(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına
gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara
öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı
ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın
yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın
yardımı yakındır.
Bu âyet, bir rivayete göre, Hendek savaşında müslümanların
çektiği sıkıntıları dile getirir.
Diğer rivayete göre, Uhud savaşı ile
ilgilidir. Bir başka rivayete göre ise evlerini, mallarını
ve yakınlarını Mekke’de bırakıp çeşitli
sıkıntılara katlanarak Medine’ye göç eden
müslümanları teselli için inmiştir.
215.
Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar.
De ki: Maldan harcadığınız şey,
ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için
olmalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız
her hayrı bilir.
216.
Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz
kılındı. Sizin için daha hayırlı
olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin
için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.
Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Savaş
insanların severek, zevk alarak yaptıkları bir şey
değildir. Fıtratı ve ruh sağlığı
bozulmamış kimseleri öldürmek, yakıp yıkmak,
acılar vermekten zevk almaz, bunlardan hoşlanmaz. Ancak vücudu
kurtarmak için kangren olmuş elin kesilmesi, içeride kalmış
çocuğu kurtarmak için kapının
kırılması nasıl zaruri ise savaş da
toplumların hayatında böyle zaruret haline gelebilir. Din
ve vicdan hürriyetini sağlamanın, zulmü ve fitneyi
önlemenin, tecavüzlere son vermenin yolu savaştan geçebilir.
İşte bu durumlarda savaşmak şüphesiz insanlık
için daha hayırlı ve daha şerefli bir
davranıştır. Cihad ise hiçbir zaman bir saldırı
değildir. Çünkü önce İslâm’a davet yapılır,
kabul eden müslümandır. İslâm’ı kabul etmeyenden
tabi olması istenir. Bunu da kabul etmezse, ancak o zaman
savaşılır. Savaştaki sırrı biz bilemeyiz
ama onu Allah bilir. Bazı milletler cezaya müstahak olunca,
Allah onları çeşitli belâlarla cezalandırır.
İşte onlardan birisi de savaştır.
Resûlullah
Efendimiz, Abdullah b. Cahş kumandasında bir müfrezeyi,
Kureyş kervanından haber getirmeleri için Mekke’ye
göndermişti. Kureyş kervanını görünce,
dayanamayarak hücum ettiler. Kervandan bir kişiyi öldürdüler,
iki kişiyi de esir aldılar. Kervanı sürüp
Peygamberimize getirdiler. O gün receb ayının ilk günüydü.
Müşrikler: Muhammed, haram aylarında savaşıyor,
diye yaygara kopardılar. Bunun üzerine 217. âyet indi.
217.
Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar.
De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır.
(İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr
etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını
oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük
günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir
günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi
dininizden döndürünceye kadar size karşı
savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir
olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada
da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada
devamlı kalırlar.
«Fitne»
savaş, anarşi; din ve vicdan hürriyetine karşı
baskı demektir.
218.
İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var
ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler.
Allah, gafûr ve rahîmdir.
219.
Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki:
Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım
faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı
faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne
harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını»
de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.
Şarap
haramdır. Şarabın haram olması onun hiçbir faydasının
olmamasını gerektirmez. Zararı faydasından çok
olduğu için haram kılınmıştır. Kumarda
da kazanan taraf için zahirî bir fayda görülür, ama kaybeden
taraf için büyük bir zarar vardır. Onun için kumar oynamak
haram kılınmıştır.
Bu
âyetin başı, bundan önceki âyetin son cümlesi olan «ki
düşünesiniz» ile bağlantılıdır. Dünya ve
ahiretle ilgili işlerinizi iyi düşünüp gereğine göre
hareket ederseniz, hem dünyada hem de ahirette saadete nâil
olursunuz, demektedir.
220.
Dünya ve ahiret hakkında (lehinize olan
davranışları düşünün ve ona göre hareket
edin). Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki:
Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan)
daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte
yaşarsanız, (unutmayın ki) onlar sizin
kardeşlerinizdir. Allah, işleri bozanla düzelteni
bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi de zahmet ve
meşakkate sokardı. Çünkü Allah güçlüdür,
hakîmdir.
Yetimlere
iyi muamele edilmeli, yetim oldukları hissettirilmemelidir.
Yetimin velisi durumunda olan kimsenin, onu ifsat mı
ettiğini, yoksa ıslah mı ettiğini Allah bilir. O
yetimdir diye ona iyi davranmayanlar, Allah’ın murakabesi
altında olduklarını unutmamalıdırlar.
221.
İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin.
Beğenseniz bile, putperest bir kadından, imanlı
bir câriye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe
putperest erkekleri de (kızlarınızla)
evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kişiden
inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar (müşrikler)
cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve
yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır.
Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini
insanlara açıklar.
İslâm’a göre insanın değeri imanına
bağlıdır. Allah katında köle ve câriye
bile olsa imanlı kimse daha üstündür ve daha temizdir.
Onun için bir müslümanın dinsiz ve putperestlerle
evlenmesi kesin olarak haram
kılınmıştır.
222.
Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir
rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan
uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.
Temizlendikleri vakit, Allah'ın size emrettiği
yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah
tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.
223.
Kadınlarınız sizin için bir tarladır.
Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz
için önceden (uygun davranışlarla)
hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki siz
O'na kavuşacaksınız. (Yâ Muhammed!) müminleri
müjdele!
Cinsî
temasın şekli sınırlı değildir. Yasak
olan sapık ilişkidir. Temastan önce hazırlık hem
maddî ve cinsî hem de besmele vb. gibi manevî olarak anlaşılmıştır.
224.
Yeminlerinizden dolayı Allah'ı (O'nun
adını), iyilik etmenize, O'ndan sakınmanıza
ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın.
Allah işitir ve bilir.
225.
Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lâkin
kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden
dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafûrdur, halîmdir.
226.
Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay
beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına
dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan
ve esirgeyendir.
227.
Eğer (müddeti içinde dönmeyip kadınlarını)
boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz
ki, Allah işitir ve bilir.
«Îlâ»
yemin manasınadır. Kişinin eşine yaklaşmamak
için yaptığı yemin
karşılığında
kullanılmıştır. Câhiliye devri Arapları,
kadınlar üzerinde bir baskı olmak üzere, onlara darıldıkları
vakit kadınlardan uzak dururlar, hiç yanlarına varmazlar,
cinsî temas yapmazlar ve onlara yaklaşmamak hususunda yemin
ederlerdi. İşte İslâm bu şekilde yapılan
haksız davranışları önlemiş, doğru yolu
göstermiştir. Belli müddet içinde yeminini bozan keffâret
verir. Müddet tamamlanırsa evlilik sona erer.
228.
Boşanmış kadınlar, kendi başlarına
(evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti)
beklerler. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe gerçekten
inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın
yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl
olmaz. Eğer kocalar barışmak isterlerse, bu
durumda boşadıkları kadınları geri
almaya daha fazla hak sahibidirler. Kadınların da
ödevlerine denk belli hakları vardır. Ancak erkekler,
kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.
Allah azîzdir, hakîmdir.
Bu
üstünlük aile reisliğinden ibarettir.
229.
Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle
tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Kadınlara
verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey
almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın
Allah'ın sınırlarında kalıp evlilik
haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum
müstesna. (Ey müminler!) Siz de karı ile kocanın,
Allah'ın sınırlarını, hakkıyla
muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz,
kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için
de sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah'ın
koyduğu sınırlardır. Sakın onları
aşmayın. Kim Allah'ın
sınırlarını aşarsa işte onlar
zalimlerdir.
230.
Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa,
ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu
alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de
onu boşarsa, (her iki taraf da) Allah'ın
sınırlarını muhafaza edeceklerine
inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis
yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır.
Allah bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar.
Câhiliye
devrinde erkekler eşlerini defalarca boşar, sonra geri
alırlardı. İslâm dini, kadına, hakime ve
hakemlere başvurarak kocasını boşamak
hakkını elde etme imkânı tanıdığı
gibi, erkeğin boşama hakkını da üç talâk ile sınırlamıştır.
Bundan sonra erkeğin aynı kadınla tekrar evlenebilmesi
hem kadının iradesine hem de ciddi olarak başka bir
erkekle evlenip boşanmış olmasına
bağlıdır.
231.
Kadınları boşadığınız ve
onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit ya onları
iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat
haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh
altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük
etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye
almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size
verdiği hidayeti), size öğüt vermek üzere indirdiği
Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun.
Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.
232.
Kadınları boşadığınız ve
onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında
iyilikle anlaştıkları takdirde, onların
(eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın.
İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe
inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü
tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah
bilir, siz bilmezsiniz.
Bu
âyetin iniş sebebi, rivayete göre, Ma’kıl b. Yesar’dır.
Bu zat, kızkardeşini boşayan kocası onu tekrar
almak isteyince buna karşı çıkmış ve mâni
olmak istemişti. O esnada bu âyet inmiş, Resûlullah (s.a.)
, Ma’kıl’ı çağırmış ve bu âyeti
okumuştu. Ma’kıl, «Rabbimin emri benim arzuma uymadı.
O’nun emrine rıza gösteriyorum» demiş ve
kızkardeşini eski kocasıyla evlendirmiştir. Câbir
b. Abdullah hakkında da buna benzer bir olay nakledilir. Ancak
her ne kadar nüzul sebebi bunlar ise de âyetin hükmü umumîdir.
233.
Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını
iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak
beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak
gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu
sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır.
Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. Eğer
ana ve baba birbiriyle görüşerek ve
karşılıklı anlaşarak çocuğu
memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı
(süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt
anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz
şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun.
Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.
234.
Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları
eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on
gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit,
kendileri hakkında yaptıkları meşru
işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı
bilir.
İddetin hikmeti, rahimin temiz olduğunun tesbitidir.
Bunda vasıta, hayızdır. Dört ay içinde üç
veya dört hayız vaki olur ki bu, kadının
hamile olmadığını gösterir. Ölüm
sebebiyle ayrılmada ayrıca matem durumu da
vardır. Mühim olan, bu dört aylık müddet dolmadan
kadının başkasıyla evlenmemesidir. Bu müddet
içinde evlenme ile ilgili açık konuşmalar
yapılmaması da tavsiye edilmiştir. Gerek
boşanma, gerekse ölüm sebebiyle ayrılmadan sonra
tekrar evlenme için iddet bekleme zorunluluğu hem
kadın hem de onun yakınları için bir teselli
ve alıştırma devresi olması sebebiyle
psikolojik bakımdan faydalı bir uygulamadır.
Bilhassa kadının yakınlarından meydana
gelecek hoşnutsuzluklar belli ölçüde azaltılmış
olur.
235.
(İddet beklemekte olan) kadınlarla evlenme hususundaki
düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda
veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur.
Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin, meşru
sözler söylemeniz müstesna, sakın onlara gizlice
buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti
dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin
ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının.
Şunu iyi bilin ki Allah gafûrdur, halîmdir.
236.
Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir
mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız
bunda size mehir zorunluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a
(hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre,
fakir de durumuna göre vermelidir. Münasip bir müt'a vermek
iyiler için bir borçtur.
237.
Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz
kadınları, temas etmeden boşarsanız, tayin
ettiğiniz mehrin yarısı onların
hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya
nikâh bağı elinde bulunanın (velinin) vazgeçmesi
hali müstesna, affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz), takvâya
daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı
unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı
hakkıyla görür.
238.
Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve
bağlılık içinde namaz kılın.
«Namaz
dinin direğidir» hadisinde belirtildiği üzere en büyük
ibadet Allah rızası için kılınan namazdır.
Âyette geçen «orta namaz»dan maksat, ikindi namazıdır.
Resûlullah (s.a.) Hendek savaşında şöyle buyurmuştur:
«Orta namazdan yani ikindi namazından bizi alıkoydular.
Allah onların evine ateş doldursun!» Orta namazın
hangi vakit olduğu hususunda farklı rivayetler de
vardır.
239.
Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız
(namazlarınızı) yürüyerek yahut binmiş
olarak (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman,
siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği
şekilde O'nu anın (namaz kılın).
240.
Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler,
zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla
kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları
hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler.
Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp
giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları
meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah
azîzdir, hakîmdir.
241.
Boşanmış kadınların, hakkaniyet
ölçülerinde (kocalarından) menfaat sağlamak
haklarıdır; bu, Allah korkusu taşıyanlar
üzerine bir borçtur.
242.
Allah size işte böylece âyetlerini açıklar ki düşünüp
hakikati anlayasınız.
243.
Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı
yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah
onlara «Ölün!» dedi (öldüler). Sonra onları diriltti.
Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır.
Lâkin insanların çoğu şükretmez.
Rivayetlere
göre Vâsıt yakınlarındaki Daverdan’da
bulaşıcı bir hastalık zuhur etmiş,
kasaba halkı oradan kaçmışlar, Allah onları
öldürmüş, sonra da ibret için diriltmişti. Bu
kıssa Peygamberimize «Görmedin mi?» şeklinde ifade
edilmiştir, halbuki Peygamberimiz onları görmemiş
yani o devirde yaşamamıştır. Gerek
diğer semâvî kitaplarla, gerekse Kur’an-ı Kerim’le
bu nevi haberler Hz. Peygamber’e bildirilmiş
olduğundan, Kur’an-ı Kerim bu bilgiye,
Arapların ifade üslubuna uygun olarak «Görmedin mi?»
şeklinde dikkat çekmiştir.
244.
Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi
işitir ve bilir.
245.
Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi
için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç)
verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de
Allah'tır. Sadece O'na döndürüleceksiniz.
246.
Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin
mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: «Bize bir
hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda
savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş
yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «Yurtlarımızdan
çıkarılmış, çocuklarımızdan
uzaklaştırılmış olduğumuz halde
Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler.
Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı
hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
Mısır’la Filistin arasında yaşayan
Amalika, o devirdeki kralları Câlût’un kumandasında
İsrailoğullarına saldırdı ve
onları perişan edip yurtlarından çıkardı.
Bunun üzerine İsrailoğulları, o anda
aralarında bulunan peygamberlerinden kendilerine bir
kumandan tayin etmesini istediler. Devrin peygamberi, Tâlût
adında halktan birini hükümdar ve kumandan tayin etti.
İşte ileride 247-252. âyetlerde kıssa tafsilâtıyla
anlatılmaktadır.
247.
Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar
olarak gönderdi, dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa
daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve
zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o
bize nasıl hükümdar olur? dediler. «Allah sizin
üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi.
Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi
ihata eden ve her şeyi bilendir» dedi.
İsrailoğullarının
ileri gelenlerine göre iktidar, servet ve sermaye sahiplerinin olmalıdır.
Halbuki bu fikir, toplum menfaatine ve adalete
aykırıdır. Doğru olan iktidara zenginlerin
değil, ehil olan kimselerin gelmesidir. Kişinin ehliyetini,
onun manevi gücü, bilgisi ve görgüsü ile beden kuvveti ve
cesareti temsil eder.
248.
Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının
alâmeti, Tabut'un size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı
o Tabut'un içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet,
Musa ve Harun hanedanlarının
bıraktıklarından bir kalıntı
vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için
bunda şüphesiz bir alâmet vardır, dedi.
Rivayete göre «Tabut» sandıktır. Hz. Musa onu
savaşlarda ordunun önünde bulundurur, bu sayede
askerleri güç ve moral kazanırlardı. Zamanla
yahudiler zayıflayınca Tabut’u Câlût ellerinden
almıştı. Tâlût’un hükümdarlığına
itiraz ettiler ve «eğer sahiden hükümdarsa delil
getirsin» dediler. Onlara «onun hükümdar olduğuna hüccet
Tabut’un geri gelmesidir» denildi ve Tabut geri geldi.
249.
Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca:
Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan
içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna
kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı
müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler
beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlût'a
ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur,
dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar:
Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki
birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir,
dediler.
250.
Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında:
Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme
gücü ver; kâfir kavme karşı bize yardım et,
dediler.
251.
Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u
öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet
verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer
Allah'ın insanlardan bir kısmını
diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü
altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa
karşı lütuf ve kerem sahibidir.
252.
İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları
sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen,
Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.
249-251. âyetlerde askerî disiplin anlatılır. Bir
ordunun başarılı olması, her şeyden
önce komutanın emirlerine harfiyen uymakla mümkün
olur. Savaşta galip gelmek sayıya bağlı
değildir. Haklı olmaya, doğruluğa,
disipline, iman ve moral gücüne bağlıdır.
253.
O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden
üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile
konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir.
Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu
Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o
peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık
deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı.
Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman
etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı;
lâkin Allah dilediğini yapar.
Rûhu’l-Kudüs’ten maksat Cebrail’dir.
254.
Ey iman edenler! Kendisinde artık
alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün
(kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz
rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri
inkâr edenler elbette zalimlerdir.
255.
Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur.
Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve
yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun
katında kim şefaat edebilir? O, kullarının
yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.
(O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin
dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi
tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine
alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez.
O, yücedir, büyüktür.
İçinde
«kürsî» kelimesi geçtiği için bu âyete «Âyetü’l-kürsî»
denilmiştir. Burada kürsî bildiğimiz taht manasında
olmayıp Allah’ın şanına lâyık, mahiyetini
ancak kendisinin bildiği bir varlıktır. O’nun yüce sıfatlarını
ve eşsiz kudretini anlatan bu âyetin azameti, onu okumanın
büyük sevabı ve tesirleri hakkında hadisler vardır.
Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştur: «Kur’an’da
en büyük âyet, Âyetü’l-kürsî’dir. Onu okuyana Allah bir
melek gönderir, onun hasenâtını yazar. İçinde okunduğu
evi, şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve
sihirbaz giremez. Yâ Ali! Bunu evlâdına, ailene ve
komşularına öğret.» Başka bir hadiste de:
«Günlerin önemlisi cuma, sözlerin üstünü Kur’an, Kur’an’ın
en önemli suresi el-Bakara, Bakara’nın en büyük âyeti de
Âyetü’l-kürsî’-dir» denilmiştir. Hayy, lügatte diri,
canlı manasına gelir. Allah’ın
sıfatlarından olup, devamlı var olan, kesintiye
uğramayan, varlığı ezelî ve ebedî olan demektir.
Kayyûm ise, bütün mahlûkatın idaresini bizzat yürüten,
hepsini hesaba çeken demektir.
256.
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik
birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu
reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa
yapışmıştır. Allah işitir ve
bilir.
Tâğut, şeytan ve Allah’tan başka
tapılan her şey demektir. İnsanın nefsi
yani kötü arzuları şeytanın
saptırmasına kanar. Onun için nefsine uymayan kimse
kolay kolay günah işlemez. Aslında dinin
koyduğu kaidelere uymamıza mâni olan, içimizdeki
kötü arzulardır. Nefsini eğitmek suretiyle insan
kendini kötülüklerden koruyabilir. İslâm insanları,
din duygularını uyandırmak ve
akıllarını doğru yönde işletmek
suretiyle kendisine davet etmektedir. Kur’an’ın açıklamalarıyla
doğru eğriden ayırt edilir hale gelmiştir.
Bu irşadın ışığında
İslâm’a ilk adımı atmak, hür iradeleriyle
insanlara aittir.
257.
Allah, inananların dostudur, onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur,
onları aydınlıktan alıp karanlığa
götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar
orada devamlı kalırlar.
Bu âyette mümin ile kâfir mukayese edilmiş, Allah’a
ve onun gönderdiği peygamberlere inananları Allah’ın
aydınlığa götürdüğü, şeytana uyup
kâfir olanları da şeytanın karanlığa
ittiği, bu sebeble cehennemlik oldukları
anlatılmıştır.
258.
Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik)
verdiği için şımararak Rabbi hakkında
İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin
mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim hayat veren ve
öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren
benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi
doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir,
dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı.
Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.
259.
Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları
üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya
uğradı; «Ölümünden sonra Allah bunları
nasıl diriltir acaba!» dedi. Bunun üzerine Allah onu
öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti.
Ne kadar kaldın? dedi. «Bir gün yahut daha az» dedi.
Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve
içeceğine bak, henüz bozulmamıştır.
Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret
kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar
dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl
düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum
kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice
biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.
258. âyette Hz. İbrahim ile tartışan kimse ile
259. âyette yıkık kasabaya uğrayan kimselerin
her ikisinin de kâfir olduğunu söyleyen müfessirler
vardır. Ancak daha yaygın olan rivayete göre, yıkık
kasabaya uğrayan Uzeyr (a.s.)dır. Uzeyr
azığını almış, eşeğine
binmiş giderken evleri yıkılmış
harabe haline gelmiş, orada oturanlardan kimse
kalmamış bir kasaba veya köy yıkıntılarının
yanına gelir, orada konaklar. Etrafına bakar, bu
şekilde ölenlerin nasıl dirileceğini düşünür.
O anda uykusu gelir yatar. Allah onu öldürür, yüz sene
sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak
eşeği çürümüş sadece kemikleri
kalmıştır, yıkık kasaba da imar
edilmiştir. Uyandığı ilk anda, bir gün
kadar veya daha az bir zaman uyuduğunu zanneder.
Yiyeceklerine bakınca gerçekten böyle olduğunu
sanır. Eşeğine bakınca durumu anlar.
Allah, Uzeyr’in gözü önünde eşeğini diriltir.
Böylece Allah’ın kudret ve azametini çıplak gözle
müşahede eder.
Hz.
İbrahim ile münakaşa edenin ise Nemrut olduğu söylenir.
Bazı müfessirler bu kıssanın Hz. İbrahim
Mısır’a gittiği zaman vuku bulduğunu, «hayat
veren ve öldüren benim» diyenin Firavun olduğunu söylemişlerdir.
Burada mühim olan Hz. İbrahim’e verilen mucizedir ki Kur’an’da
ona sözle hasmı mağlup etmek manasına gelen
«hüccet» denmiştir. Hz. İbrahim bu hüccet ile hasımlarını
yenmeyi başarmıştır.
260.
İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl
dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa
inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır!
İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için
(görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört
tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip
parçala), her dağın başına onlardan bir parça
koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak
sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu.
Hz.
İbrahim ölen bir canlının yeniden nasıl
dirileceğini merak etmiş ve bunun kendisine gösterilmesini
Rabbinden istemiştir. Allah Teâlâ ona, âyette geçtiği
gibi maddi bir örnekle cevap vermiş, dirilişin mahiyetini
izah etmemiştir. Çünkü insanın bilgi kapasitesi, dirilme,
canlanma olayını kavramaya elverişli değildir.
Bundan önceki âyetlerde de geçtiği gibi peygamberlere verilen
bu örnekler birer mucizedir. Mühim olan, Allah’ın bütün
canlıları, özellikle insanı mutlaka diriltip hesaba
çekeceğine kesinlikle iman etmektir.
261.
Allah yolunda mallarını harcayanların örneği,
yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz
dane vardır. Allah dilediğine kat kat
fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O
herşeyi bilir.
262.
Mallarını Allah yolunda harcayıp da
arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan
kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları
vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de
çekmeyeceklerdir.
263.
Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme
gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.
264.
Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı
halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi,
başa kakmak ve incitmek suretiyle,
yaptığınız hayırlarınızı
boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde
biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir
yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz
kaya haline getirivermiştir. Bunlar
kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar.
Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.
261-274. âyetlerde hayır yapma teşvik edilmiş,
ancak hayır yaparken kalp kırılmaması,
fakirin küçümsenmemesi, eziyet edilmemesi ve yapılan
iyiliğin başa kakılmaması, gösterişten
kaçınılması emredilmiştir. Aksi halde
yapılan hayırdan fayda ve sevap yerine
karşılık olarak günah ve azap gelir.
265.
Allah'ın rızasını kazanmak ve
ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını
hayra sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir
bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur
yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol
yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine
ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir.
266.
Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla
dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit
meyveden (bir miktar) bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma
muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık
gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir
kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! (Elbette bunu
kimse arzu etmez.) İşte düşünüp anlayasınız
diye Allah size âyetleri açıklar.
Bu âyette verilen örnek son derece ilginçtir. Zira insanın
dünya hayatında daima karşılaşması
beklenen durumları dile getirmektedir. Kişinin dünyada
elde ettiği mevki, makam, zenginlik gibi değerlerin
aslında hiçbir garantisi yoktur. Nice saltanatlar,
devletler yıkılmakta, zenginler fakir düşmekte,
iç savaşlar ve ihtilâller sebebiyle beklenmedik olaylar
cereyan etmektedir. Halbuki bu olaylar meydana gelmeden önce
insanlar neler temenni ediyorlar, ne düşler
kuruyorlardı. İşte her şeye rağmen
insanı teselli edecek tek çare Allah’a iman ve ona
dayanmaktır.
267.
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın
iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan
hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan
alamayacağınız kötü malı, hayır diye
vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir,
övgüye lâyıktır.
268.
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği
telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve
bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve
herşeyi bilendir.
269.
Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona
pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl
sahipleri düşünüp ibret alırlar.
Derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Allah’ın
kendisine hikmet verdiği kimseler öncelikle
peygamberler, ilmiyle amel eden âlimlerdir. Bilgili olmanın
en çok değer verilen tarafı, insanlığa
yararlı olmaktır. Peygamberimiz bir hadisinde:
«Yararlı bilgi isteyin, yararsız bilgiden Allah’a
sığının» buyurmuştur. Doğruluk,
adalet, ihlâs, sevgi, saygı,
ağırbaşlılık, başkalarına
faydalı olmak, cömertlik, âlicenaplık gibi yüksek
vasıfları taşıyan kimseler de hikmet
ehlinden sayılır. İslâm’a tam olarak inanan,
Kur’an’ın emirlerini öğrenip noksansız
uygulamak için çaba sarfeden, tüm kötülüklerden uzak
duran kimse hikmet sahibidir ve kendisine büyük hayır
verilmiştir.
270.
Yaptığınız her harcamayı ve
adadığınız her adağı muhakkak
Allah bilir. Zalimler için hiç yardımcı yoktur.
271.
Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları)
açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere
gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır.
Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter.
Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.
Zekâta aynı zamanda sadaka denmesinin iki sebebi
vardır: Birincisi, malın temizlenip artması,
ikincisi de imanda sadakat ve kemâle delâlet etmesidir.
Zekât olsun sadaka olsun, yapılan hayırların
gizli yapılması, aşikâr yapılmasından
üstün sayılmıştır, zira gizlice
yapılan hayırlar riya ve gösterişten uzak
olması sebebiyle hem Allah’ın rızasına
daha uygundur, hem de insan haysiyet ve şerefini muhafaza
bakımından daha faydalıdır.
272.
(Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait
değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola
iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi
iyiliğiniz içindir. Yapacağınız
hayırları ancak Allah'ın rızasını
kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak
verdiğiniz ne varsa, karşılığı
size tam olarak verilir ve asla haksızlığa
uğratılmazsınız.
273.
(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah
yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için
dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler,
iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen
onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar
yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız
her hayrı muhakkak Allah bilir.
Bu
âyette anılan fakirler hayatlarını Allah yolunda
savaşa adayan mücahitler ile ilim yolcularıdır.
Bunlar, bu kudsî meşguliyetleri dolayısiyle kazanca yönelme
imkânından mahrumdurlar. Maddi yardımların bilhassa
bunlara yapılması, cihadı ve ilmi teşvik
edecektir.
274.
Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra
sarfedenler var ya, onların mükâfatları Allah
katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de
çekmezler.
273-274.
âyetlerde teşvik edilen hayırlardan birinci derecede murat
edilen zekâttır. Zira İslâm’ın emrettiği
şekilde, zekât noksansız verilirse fakirlik yok denecek
kadar azalır. Ancak zekâtın sarf yerleri belli ve
sayılı olduğundan zekât sarfedilmeyen yerlere de
zekâtın dışında hayır yapılır.
Vakıflar bunlardan biridir.
275.
Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış
kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi
kalkarlar. Bu hal onların «Alım-satım
tıpkı faiz gibidir» demeleri yüzündendir. Halbuki
Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır.
Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden
vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık
onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize
dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı
kalırlar.
276.
Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın
bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah
küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
Faiz
yasağı İslâm’ın kesin hükümleri arasındadır
ve her çeşidi ile faiz haramdır. Ferdî ve içtimaî
zaruret halleri müstesna olmakla beraber bunlar devamlı
değildir. İslâm’ın iktisadî, içtimaî, ahlâkî...
nizamı bir bütün halinde işletildiği zaman faize
zaruret hasıl olmaz. İslâm ekonomisi sermaye birikimini teşvik
için faizi değil, ortaklık usulünü ileri sürmüştür.
Bu usulde sermaye faizsiz olacağı için maliyet ve enflasyon
problemi ortadan kalkacak, mülkiyete iştirak tabana doğru
yaygınlaşacak, ekonomik ve sosyal farklılaşma
asgari seviyeye inecek; sermayeye, yatırımlara ve ticarete kötü
gözle bakılmayacaktır. Para bir değişim
vasıtasıdır. Onu, alınıp satılan mal
haline getirmek ve rizikoya girmeden gelir sağlamak tatlı
fakat zehirli yiyeceklerle beslenmeye benzer, tesirini gösterince
çok defa iş işten geçmiş olur.
277.
İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât
verenler var ya, onların mükâfatları Rableri
katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de
çekmezler.
278.
Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız
mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
279.
Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız,
Allah ve Resûlü tarafından (faizcilere karşı) açılan
savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip
vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık
etmiş ne de haksızlığa
uğramış olursunuz.
280.
Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye
kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri)
anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için
daha hayırlıdır.
281.
Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak
ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin
haksızlığa uğratılmayacağı
bir günden sakının.
282.
Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize
borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip
onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın
kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri
durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın.
Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın,
Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın.
Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi
söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle
yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit
bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz
şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa
diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın
(olsun). Çağırıldıkları vakit
şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük,
vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin.
Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet
için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için
daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz
peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu
durumda onu yazmamanızda sizin için bir sakınca
yoktur. (Genellikle) alış-veriş
yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne
de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu
yaparsanız (zarar verirseniz) şüphe yok ki bu, sizin
yoldan çıkmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah
size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi
bilmektedir.
Kur’an-ı Kerim, bu en uzun âyeti ile noterlik
müessesesinin esaslarını koymuş, müslümanlarda
bu tavsiyeyi genellikle uygulamışlardır.
İslâm’ın titizlikle üzerinde durduğu
prensiplerden biri de hakkın korunmasıdır.
Alacak ve borcun korunması, îfası gereken
haklardandır. Hakkın icrâ ve îfası, onun
bilinmesine, gerektiğinde isbat edilebilmesine
bağlıdır. Gerek yazma ve yazdırma ve
gerekse şahit tutma, isbat için hâla kullanılan en
geçerli vasıtalardandır.
İslâm
kadını, tabiat ve fıtratına uygun bir eğitim
gördüğü, hayâsı ve duyguları daha güçlü, daha
müessir olduğu için şahitlik gibi resmi ve ammeye açık
konularda, hemcinsiyle takviye edilmesi uygun görülmüştür. «İşin
yoksa şahit, paran çoksa kefil ol» şeklindeki meşhur
söz, İslâm’ın getirdiği kardeşlik ve
dayanışma ruhunun söndüğü, ahlâkın
zayıfladığı devirlere aittir. Kur’an, müminleri,
işleri olsa da şahitlik etmeye çağırmış,
böylece hakların korunması görevine katılmalarını
istemiştir. «Hak» yücedir, hiçbir şey onun üzerine çıkarılamaz.
283.
Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca
karşılık) alınmış bir rehin de
yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız,
emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu
hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği,
bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun
kalbi günahkârdır. Allah yapmakta
olduklarınızı bilir.
284.
Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri
açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan
dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini
affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye
kadirdir.
285.
Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti,
müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın
peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım
yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz,
affına sığındık! Dönüş
sanadır» dediler.
Bu
sûrenin 253. âyetinde de ifade buyurulduğu üzere,
peygamberlerin Allah katında derece farkları bulunmakla
birlikte, burada müminlerin görevinin ayırım yapmadan bütün
peygamberlere iman etmek olduğuna işaret edilmiştir.
286.
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği
ölçüde mükellef kılar. Herkesin
kazandığı (hayır) kendine,
yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak
veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz!
Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır
bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği
işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla!
Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım et!
Bakara sûresi’nin son iki âyetini oluşturan ve
«Âmenerresûlü» diye anılan bu mübarek âyetler,
ilâhî emirler karşısında mutlak itaate yönelen
müminlerin inançlarındaki sadakatlerini ifade
etmektedir. Ayrıca bir önceki âyette geçen «İçinizdekileri
açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi hesaba
çekecektir» haberiyle endişeye kapılan müminlere
bu âyetlerle kolaylık bahşedilmiş, mükellefiyetler
hafifletilmiştir. Böylece Allah’a tam itaat ve iltica
meyvelerini verirken yersiz kuşkular da bertaraf
edilmiştir.
Mirac
gecesinde Peygamberimize vasıtasız şekilde vahyolunan
bu âyetler, Resûlullah’ın hadislerinde övülmüş, her
zaman ve özellikle yatmadan önce okunması tavsiye
edilmiştir. Bir hadiste de: «Bu âyetlerin geceleyin yatmadan
önce okunması kişiye yeter» denilmiştir.
|