A’râf sûresi Mekke’de inmiş olup, 206 âyettir. 46. ve 48.
âyetlerde A’râf’ta yani cennet ve cehennem ehli arasındaki
yüksek bir yerde bulunan insanlardan söz edildiği için sûreye
bu ad verilmiştir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Elif. Lâm. Mîm. Sâd.
Bu harflerin izahı için bak. Bakara: 2/1
2. (Bu), kendisiyle
insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana
indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir
şüphe olmasın.
3. Rabbinizden size
indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka
dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt
alıyorsunuz!
4. Nice memleketler var
ki biz onları helâk ettik. Azabımız onlara
geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi.
Allah Teâlâ, Lût Peygamber’in kavmini gece, Şuayb
Peygamber’in kavmini de gündüz helâk etmiştir.
5. Azabımız
onlara geldiğinde çağırışları, «Biz
gerçekten zalim kişilermişiz» demelerinden başka
bir şey olmadı.
6. Elbette kendilerine
peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de
mutlaka sorguya çekeceğiz!
Ümmetlere peygamberlerine inanarak yolundan gidip gitmedikleri,
peygamberlere de tebliğ vazifelerini yapıp yapmadıkları
sorulacaktır.
7. Ve onlara (olup
bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz,
onlardan uzak değiliz.
8. O gün tartı haktır.
Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte
onlar kurtuluşa erenlerdir.
9. Kimin de tartıları
hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı
haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana
sokanlardır.
10. Doğrusu biz sizi
yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları
verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!
11. Andolsun sizi yarattık,
sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde
edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler
secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.
Âyet-i kerime, «Sizi yarattık, sonra size şekil verdik,
sonra meleklere, Âdem’e secde edin, dedik» ifadesiyle Âdem’in
birdenbire değil, bir süreç içinde yaratılmış
olduğunu hatırlatmaktadır. Çünkü önce insanın
esas maddesi yaratılmış, sonra ona insan şekli
verilmiş, sonra duyularını kazanıp Âdem durumuna
gelince, meleklere ona boyun eğmeleri emredilmiştir. Hz. Âdem’in,
Allah’ın «Kün!» emriyle bir anda yaratılmış
olması da Allah’ın kudreti dahilindedir.
12. Allah buyurdu: Ben
sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis):
Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın,
onu çamurdan yarattın, dedi.
13. Allah: Öyle ise, «İn
oradan!» Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir.
Çık! çünkü sen aşağılıklardansın!
buyurdu.
14. İblis: Bana,
(insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver,
dedi.
15. Allah: Haydi, sen mühlet
verilenlerdensin, buyurdu.
16. İblis dedi ki:
Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim
ki, ben de onları saptırmak için senin doğru
yolunun üstüne oturacağım.
17. «Sonra elbette
onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını
şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
18. Allah buyurdu: Haydi,
yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun
ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!
İblis, Allah’ın emrine karşı gelip Âdem’e
secde etmeyince, Allah Teâlâ onu cennetten veya meleklerin içindeki
yüksek makamından kovdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ ile İblis
arasında yukarıdaki konuşma meydana geldi. Neticede
Allah ona kıyamete kadar yaşama ve insanları doğru
yoldan saptırma fırsatı verdi. Fakat kim İblis’e
uyarsa, onu da İblis ile berâber cehenneme atacağını
haber verdi.
19. (Allah buyurdu ki):
Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz
yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın!
Sonra zalimlerden olursunuz.
20. Derken şeytan,
birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı
sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye
yasakladı, dedi.
21. Ve onlara: Ben gerçekten
size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti.
22. Böylece onları
hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında
ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından
üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben
size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan
size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nidâ
etti.
23. (Âdem ile eşi)
dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi
bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan
edenlerden oluruz.
24. Allah: Birbirinize düşman
olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme
ve faydalanma vardır, buyurdu.
25. «Orada yaşayacaksınız,
orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız»
dedi.
26. Ey Âdem oğulları!
Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise
yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır.
Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt
alırlar (diye onları indirdi).
Takvâ elbisesi, bazı âlimler tarafından hayâ, salih amel,
yüzdeki hoş çehre, tevazu belirtisi olan sert ve yün elbise,
harbte giyilen zırh ve miğfer, Allah korkusu, emrettiği
ve yasakladığı konularda Allah’tan sakınmayı
şiar edinme şekillerinde yorumlanmıştır.
Buna, takvâyı hatırlatan ve takvânın gereği olan
elbisedir, yorumunu da ekleyebiliriz.
27. Ey Âdem oğulları!
Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı
gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları,
sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.
Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların
dostları kıldık.
Şeytan da cinlerden olduğu için insanların göremeyeceği
bir şekilde insana yaklaşır ve ona vesvese verir.
Şeytanın insanlara göründüğünü ifade eden bazı
rivayetler vardır.
28. Onlar bir kötülük
yaptıkları zaman: «Babalarımızı bu
yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti» derler. De ki: Allah
kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz?
29. De ki: Rabbim adaleti
emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin
ve dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın.
İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz.
30. O, bir gurubu doğru
yola iletti, bir guruba da sapıklık müstehak oldu.
Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları
kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru
yolda olduklarını sanıyorlar.
Allah Teâlâ bir gurup insanı hidayete erdirmiştir; bunlar
Allah’ın gösterdiği doğru yoldan ayrılmazlar.
Fakat bir gurup insan da vardır ki, doğru yolu istemedikleri
için Allah da onları kendi hallerine bırakmıştır.
Bunlar sapık yolda gittikleri halde kendilerinin doğru yolda
olduklarını sanırlar. Asıl yanlışlıkları
da burdan gelmektedir.
31. Ey Âdem oğulları!
Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için,
fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.
İslâm dininde temizlik ve güzelliğe önem verilmiştir.
İnsanların avret mahallerini örtecek derecede bir elbise
giymeleri şarttır. Fakat israfa kaçmamak kaydıyla her
müslümanın ibadet esnasında en güzel ve temiz elbisesini
giymesi ise sünnettir.
32. De ki: Allah'ın
kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları
kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında,
özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte
bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.
Âyette, şükrünü eda etme yönüyle dünya nimetlerine esasen
müminlerin layık olduğu, ahirette ise tüm nimetlerin yalnız
müminlere ait olacağı belirtilmiştir ki, bu durum,
Allah’ın rahmân ve rahîm sıfatlarının bir
sonucudur. Bak. Fatiha 1/2-3.
33. De ki: Rabbim ancak açık
ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı
aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği
bir şeyi, Allah'a ortak koşmanızı ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram
kılmıştır.
34. Her ümmetin bir
eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar
ne de bir an ileri gidebilirler.
Her ümmet, her millet ve her devletin Allah tarafından tayin
edilmiş bir ömrü vardır. O vakit geldiğinde onu ne
bir saat ileri ne de bir saat geri alabilirler. Milletler ve
devletler, fertler gibidir, kurulur, gelişir, duraklar, geriler,
nihayet yıkılır ve yok olurlar. Bunların uzun ya
da kısa ömürlü oluşu, toplumun maddi ve manevi yapısının
sağlamlığına bağlıdır. Bu durum
tayin edilmiş ecele aykırı değildir. Zira Yüce
Allah toplumun durumuna göre ecelini tayin eder.
35. Ey Âdem oğulları!
Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir
de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve
kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
36. Âyetlerimizi
yalanlayanlar ve büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya,
işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada ebedî
kalacaklardır.
37. Allah'a iftira eden
ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir! Onların
kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir. Sonunda elçilerimiz
(melekler) gelip canlarını alırken «Allah'ı
bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar
nerede?» derler. (Onlar da) «Bizden sıvışıp
gittiler» derler. Ve kâfir olduklarına dair kendi
aleyhlerine şahitlik ederler.
38. Allah buyuracak ki:
«Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında
siz de ateşe girin!» Her ümmet girdikçe yoldaşlarına
lânet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde)
toplanınca, sonrakiler öncekiler için, «Ey Rabbimiz!
Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara
ateşten bir kat daha fazla azap ver!» diyecekler. Allah
da: Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır,
fakat siz bilmezsiniz, diyecektir.
Toplumu yanlış yolda yürüten liderlere hem kendi kâfirliklerinden
hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından
ötürü; bunların peşinden gidenlere de hem kâfir olduklarından
hem de sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat
azap edilecektir.
39. Öncekiler de
sonrakilere derler ki: Sizin bize bir üstünlüğünüz
yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık
azabı tadın!
40. Bizim âyetlerimizi
yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler
var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak
ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete
giremiyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!
Bu âyetteki «cemel» kelimesini meşhur olmayan kıraat
şekillerine dayanarak Kur’an’daki edebî tasvire uygun düşmediğini,
deve ile iğne deliği arasında bir münasebet bulunmadığını
ileri sürenler vardır. Bunun için kelimenin diğer kıraattaki
«kalın ip» yani halat manasını tercih ederler. Ancak,
umumun kıraatı göz önüne alınarak «deve» manası
tercih edilmiştir. Devenin iğne deliğinden geçmesi,
imkânsızlık bildirir. Buna göre âyetin manası: «Onlar
asla cennete giremezler» veya «Çok zor girerler» demektir.
41. Onlar için cehennem
ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler vardır.
İşte zalimleri böyle cezalandırırız!
42. İnanıp da
iyi işler yapanlara gelince -ki hiç kimseye gücünün üstünde
bir vazife yüklemeyiz- işte onlar, cennet ehlidir. Orada
onlar ebedî kalacaklar.
Âyet-i kerimede Yüce Allah’ın emir ve yasaklarının
insan gücü üstünde ve yapılamayacak bir şey olmadığı
açıkça ifade edilmekte ve salih amel işleyenlere cennet
vadedilmektedir.
43. (Cennette) onların
altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne
varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler
ki: «Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a
hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden
doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin elçileri
gerçeği getirmişler.» Onlara: İşte size
cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık
ona vâris kılındınız diye seslenilir.
44. Cennet ehli cehennem
ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz
de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye
seslenir. «Evet!» derler. Ve aralarından bir çağrıcı,
Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.
45. Onlar, Allah yolundan
alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir.
Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.
46. İki taraf
(cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'râf
üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır
ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak
cennet ehline: «Selâm size!» diye seslenirler.
A’râf: Cennetle cehennem arasında yüksek bir alandır ki,
sevapları ile günahları eşit olanlar Allah’ın
dilediği bir zamana kadar burada kalacaklar; daha sonra Allah’ın
affına nâil olarak onlar da cennete gireceklerdir.
47. Gözleri cehennem
ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi
zalimler topluluğu ile beraber bulundurma! derler.
48. (Yine) A'râf ehli
simalarından tanıdıkları birtakım
adamlara seslenerek derler ki: «Ne çokluğunuz ne de
taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.
49. Allah'ın,
kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz
kimseler bunlar mı?» (ve cennet ehline dönerek): «Girin
cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz»
(derler).
50. Cehennem ehli, cennet
ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan
biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları
kâfirlere haram kılmıştır, derler.
51. O kâfirler ki,
dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı
onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını
unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri
gibi biz de bugün onları unuturuz.
52. Gerçekten onlara,
inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere
açıkladığımız bir kitap getirdik.
53. (Fakat onlar), Onun
tevilinden başka bir şey beklemiyorlar. Tevili geldiği
(haber verdiği şeyler ortaya çıktığı)
gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu
Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi
bizim şefaatçılarımız var mı ki bize
şefaat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün
mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını
yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve
uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup
gitti.
Tevil: Bir şeyi, varacağı yere vardırmak demektir.
Âyetin ifadesine göre, dünya hayatına aldanan kâfirler, bu
Kitab’a iman etmeyip «Bakalım sonu nereye varacak» diyerek
sonunu gözetirler, işi ileriye atarlar, ahirete inanmak için kıyametin
kopmasını, ahiretin bilfiil gelmesini beklerler. Ama o gün
geldiğinde onlardan hiçbir amelin kabul olmayacağını
unuturlar.
54. Şüphesiz ki
Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a
istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp
örten; güneşi, ayı ve yıldızları
emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır.
Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin
Rabbi Allah ne yücedir!
İstivâ: Lügatte, yükselmek ve karar kılmak demektir.
Allah’ın bir sıfatı olarak, keyfiyeti bilinmeksizin
Allah’ın Arşı istilâ etmesi demektir.
Gökler
ve yer yaratılmadan önce gün mefhumu olmadığı için
bazı müfessirler âyette geçen altı günü altı vakit
veya altı gün kadar bir zaman olarak tefsir ederler. Allah’a göre
gün, an manasına geldiği gibi uzun devreler manasına
da gelir. Hac sûresi’nin 47. âyetinde, Allah katında bizim
sayımızca bin yıl süren bir günün var olduğu;
Meâric sûresi’nin 4. âyetinde de bizim sayımızca elli
bin yıl süren bir günün var olduğu ifade edilmektedir.
Yani Allah katında gün itibarîdir. Farklı zaman
birimlerini ifade etmektedir. İşte burada belirtilen gün,
semâvât ve arzın oluşum devresi anlamındadır.
Demek ki Allah kâinatı altı günde yani altı devirde
yaratıp bugünkü duruma getirmiştir. Fussilet sûresi’nin
9-12. âyetlerinde bu husus daha teferruatlı anlatılmıştır.
55. Rabbinize yalvara
yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları
sevmez.
56. Islah edilmesinden
sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak
ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere
Allah'ın rahmeti çok yakındır.
57. Rüzgârları
rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar
(o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu
ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü
türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri
de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız.
58. Rabbinin izniyle güzel
memleketin bitkisi (güzel) çıkar; kötü olandan ise
faydasız bitkiden başka birşey çıkmaz.
İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle
açıklıyoruz.
Allah Teâlâ bu âyette bir teşbih yapmaktadır: Mümin,
toprağı verimli olan güzel memlekete benzetilmiştir ki
o hak sözü işitince onu kabul ederek faydalanır ve güzel
ameller ortaya çıkar. Münafık da kötü topraklı yere
benzetilmiştir ki o, hak sözü işittiği halde onu
kabul etmez ve ondan faydalanmaz.
59. Andolsun ki Nuh'u elçi
olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk
edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu
ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından
korkuyorum.
60. Kavminden ileri
gelenler dediler ki: Biz seni gerçekten apaçık bir sapıklık
içinde görüyoruz!
61. Dedi ki: «Ey kavmim!
Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin
Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.
62. Size Rabbimin
vahyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben
sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum.
63. (Allah'ın azabından)
sakınıp da rahmete nâil olmanız ümidiyle, içinizden
sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir
(kitap) gelmesine şaştınız mı?»
64. Onu yalanladılar,
biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık,
âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk! Çünkü
onlar kör bir kavim idiler.
65. Âd kavmine de kardeşleri
Hûd'u (gönderdik). O dedi ki: «Ey kavmim! Allah'a kulluk
edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâla
sakınmayacak mısınız?»
66. Kavminden ileri gelen
kâfirler dediler ki: Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde
görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.
67. «Ey kavmim! dedi,
ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği
bir elçiyim.
68. Size Rabbimin
vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.
69. Sizi uyarmak için içinizden
bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir
(kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün
ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve
yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı.
O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki
kurtuluşa eresiniz.»
70. Dediler ki: Sen bize
tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın
tapmakta olduklarını bırakmamız için mi
geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini
(azabı) bize getir.
71. (Hûd) dedi ki: «Üzerinize
Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir.
Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği,
sadece sizin ve atalarınızın taktığı
kuru isimler hususunda benimle tartışıyor
musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle
beraber bekleyenlerdenim!»
72. Onu ve onunla beraber
olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi
yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.
73. Semûd kavmine de
kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız
yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O
da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu
bırakın, Allah'ın arzında yesin, (içsin);
ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar.
Semûd Kavmi’ne kardeşleri Salih (a.s.) peygamber olarak gönderilince,
dediler ki: «Eğer sen hakikaten bir peygamber isen dua et de
şu taşın içinden bir dişi deve çıksın.
O zaman senin peygamber olduğuna inanırız.» Hz. Salih
de dua etti, o taşdan istedikleri gibi bir deve çıkıverdi.
Bu mucizeyi görenlerden bir kısmı ona iman etti, diğerleri
ise kâfirliklerinde devam ettiler. Hz. Salih kavminden, deveye
dokunmamalarını, devenin serbestçe yeyip-içip dolaşmasını
istediği halde onlar deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler.
Bunun üzerine Salih Peygamber bulunduğu bölgeden hicret etti,
kavmi ise şiddetli bir deprem ile helâk oldu.
74. Düşünün ki,
(Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde
sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz,
dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar
olarak karışıklık çıkarmayın.
Semûd kavmi Şam ile Hicâz arasında «Hicr» denilen bölgede
yaşamış güçlü bir kavim idi. Dağlarda,
vadilerde kayaları, mermerleri keser ve biçerlerdi. Yontma taşlardan
evler, saraylar, havuzlar ve istedikleri binaları yaparlardı.
Âyet-i kerimede «O’nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz;
dağlarında, evler yontuyorsunuz» meâlindeki bölüm buna işaret
etmektedir. Kaya ve mermerleri ilk defa yontanın Semûd kavmi
olduğu ve bu şekilde bin yediyüz kadar şehir yaptıkları
rivayet edilmektedir.
75. Kavminin ileri
gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen
inananlara dediler ki: Siz Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini
biliyor musunuz? Onlar da Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse
ona inananlarız, dediler.
76. Büyüklük
taslayanlar dediler ki: «Biz de sizin inandığınızı
inkâr edenleriz.»
77. Derken o dişi
deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rablerinin
emrinden dışarı çıktılar da: Ey Salih!
Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin
azabı bize getir, dediler.
78. Bunun üzerine onları
o (gürültülü) sarsıntı yakaladı da yurtlarında
diz üstü dona kaldılar.
79. Salih o zaman
onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Andolsun
ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size
öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri
sevmiyorsunuz.
80. Lût'u da (peygamber
gönderdik). Kavmine dedi ki: «Sizden önceki milletlerden hiçbirinin
yapmadığı fuhuşu mu yapıyorsunuz?
81. Çünkü siz, şehveti
tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle
erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın
bir milletsiniz.»
82. Kavminin cevabı:
Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden
çıkarın; çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!
demelerinden başka bir şey olmadı.
83. Biz de onu ve karısından
başka aile efradını kurtardık; çünkü karısı
geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.
84. Ve üzerlerine (taş)
yağmuru yağdırdık. Bak ki günahkârların
sonu nasıl oldu!
Hz. İbrahim’in kardeşinin torunu olan Hz. Lût, Humus’ta
bulunan «Sodom» şehri halkına peygamber olarak gönderilmişti.
Bu şehir halkı başka hiçbir milletin yapmadığı
bir fuhuş (homoseksüellik) yapıyorlardı. Lût (a.s.)ın
nasihatlerini dinlemediler, kötülüklerine devam ettiler. Nihayet Lût
Peygamber kendine inananlarla beraber geceleyin şehri terketti.
Kavmi ise zelzele, başlarına yağan müthiş taş
ve yağmur ile helâk olup gittiler. İşte küfür ve fuhşun
sonu böyle neticelendi.
85. Medyen'e de kardeşleri
Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur.
Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık
ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını
eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk
yapmayın. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için
daha hayırlıdır.
Medyen, İbrahim (a.s.)ın oğlunun adıdır.
Bunun torunlarına Medyen kabilesi, bu kabilenin ikamet ettiği
şehre de Medyen şehri denilmiştir. Bu şehir,
Filistin ile Hicaz arasında ve Kızıldeniz sahilinde
bulunmakta idi.
86. Tehdit ederek,
inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip
bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın.
Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı.
Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur!
87. Eğer içinizden
bir gurup benimle gönderilene inanır, bir gurup da
inanmazsa, Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. O
hakimlerin en iyisidir.
88. Kavminden ileri gelen
kibirliler dediler ki: «Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber
inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız
veya dinimize döneceksiniz» (Şuayb): İstemesek de
mi? dedi.
89. Doğrusu Allah
bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek
Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz
Allah dilemiş başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için
olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Biz sadece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle
kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en
hayırlısısın.
Bu âyette Şuayb (a.s.) kavminin dinlerine geri dönme teklifini
reddetmekte, fakat bu işte Allah’ın dilemesini istisna
etmektedir. Onun bu tutumu, Allah’ın iradesine teslim olmasının
bir ifadesidir. Çünkü peygamber ve velîler devamlı olarak
Allah’ın azabından ve durumlarının değişmesinden
korkarlar. Bu sebeple Şuayb (a.s.) diyor ki: Allah’ın
dinini bırakıp da sizin dininize dönmemiz kabul edilir
şey değildir. Ancak Allah bizim helâkimizi dilemişse
bir şey diyeceğimiz yoktur. Çünkü bütün işlerimiz
onun elindedir. O, dilediğini itaat sebebiyle mutlu kılar,
dilediğini de günahından ötürü cezalandırır.
90. Kavminden ileri gelen
kâfirler dediler ki: Eğer Şuayb'e uyarsanız o
takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.
91. Derken o şiddetli
deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü
donakaldılar.
92. Şuayb'ı
yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış
gibiydiler. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb'ı
yalanlayanların kendileridir.
93. (Şuayb),
onlardan yüz çevirdi ve (içinden) dedi ki: «Ey kavmim! Ben
size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt
verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!»
94. Biz hangi ülkeye bir
peygamber gönderdiysek, ora halkını, (peygambere baş
kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp
yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.
95. Sonra kötülüğü
(darlığı) değiştirip yerine iyilik
(bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: «Atalarımız
da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı»
dediler. Biz de onları, kendileri farkına varmadan ansızın
yakaladık.
96. O (peygamberlerin gönderildiği)
ülkelerin halkı inansalar ve (günahtan) sakınsalardı,
elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları
açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden
onları yakalayıverdik.
Yüce Allah insanlığı doğru yola iletmek için
zaman zaman onların içinden seçtiği yüksek şahsiyetleri
peygamber olarak göndermiştir. Fakat bazı memleketlerin
halkı, şeytana ve nefislerine uymada son derece ileri
gittikleri için peygamberlerin uyarılarını kabul
etmemiş ve onları reddetmişlerdir. Cenab-ı Allah böyle
davrananların kimini hemen cezalandırmış, kimini
de bir müddet mühlet verip müreffeh bir hayattan sonra ansızın
yakalamış ve helâk etmiştir. İşte 94-96. âyetler
bu durumu tasvir etmektedir.
97. Yoksa o ülkelerin
halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın
gelmeyeceğinden emin mi oldular?
98. Ya da o ülkelerin
halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın
gelmeyeceğinden emin mi oldular?
99. Allah'ın azabından
emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası,
Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.
100. Önceki
sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâla şu
gerçek belli olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik
onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık!
Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri)
işitmezler.
101. İşte o ülkeler...
Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.
Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi.
Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek
değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle
mühürler.
102. Onların çoğunda,
sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu
ki, onların çoğunu yoldan çıkmış
bulduk.
103-156. âyetlerde Musa (a.s.)ın Mısır’da Firavun ve
kavmini tevhid dinine daveti ve İsrailoğullarını Mısır
esaretinden kurtarma mücadelesi anlatılır:
103. Sonra onların
ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik
de o mucizeleri inkâr ettiler; ama, bak ki, fesatçıların
sonu ne oldu!
104. Musa dedi ki: «Ey
Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim.
105. Allah hakkında
gerçekten başkasını söylememek benim üzerime
borçtur. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık
İsrailoğullarını benimle bırak!»
İsrailoğulları, daha önce Yusuf (a.s.) Mısır’da
hazine yetkilisi iken babaları Ya’kub Peygamber’le beraber
Filistin’den göçüp Mısır’a yerleşmişlerdi.
Bilahare Mısır firavunları İsrailoğullarını
parya sınıfı olarak geri ve ağır işlerde
istihdam ettiler, bunlara birçok zulüm ve işkenceyi reva gördüler.
Şimdi aynı milletten peygamber olarak gelmiş olan Musa
(a.s.), kendi kavmini Firavun zulmünden kurtarmak için Mısır’dan
çıkarıp tekrar Filistin’e götürmeyi ona teklif etti.
106. (Firavun) dedi ki: Eğer
bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan
onu göster bakalım.
107. Bunun üzerine Musa
asasını yere attı. O hemen apaçık bir
ejderha oluverdi!
108. Ve elini (cebinden)
çıkardı. Birdenbire o da seyredenlere bembeyaz görünüverdi.
Baston ve el beyazlığı Hz. Musa’ya verilen iki
mucizedir.
109, 110. Firavun'un
kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir
sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne
buyurursunuz?
111, 112. Dediler ki: Onu
da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar
(memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları sana
getirsinler.
Hz. Musa’nın kardeşi, Harun (a.s.)dır. O da kardeşine
yardımcı olarak gönderilmiş bir peygamberdir.
113. Sihirbazlar
Firavun'a geldi ve: Eğer üstün gelen biz olursak, bize
kesin bir mükâfat var mı? dediler.
114. (Firavun): Evet hem
de siz mutlaka yakınlarımdan olacaksınız,
dedi.
115. (Sihirbazlar), Ey
Musa sen mi (önce) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım?
dediler.
116. «Siz atın»
dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler,
onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler.
Sihirbazlar ip ve odun parçalarını ortaya attılar.
Fakat halkın gözlerini büyüledikleri için bu attıkları
şeyler onlara yılan gibi gözüktü.
117. Biz de Musa'ya, «Asanı
at!» diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların
uydurduklarını yakalayıp yutuyor.
118. Böylece gerçek
ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları
yok olup gitti.
119. İşte
Firavun ve kavmi, orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler.
120. Sihirbazlar ise
secdeye kapandılar.
121, 122. «Musa ve
Harun'un Rabbi olan âlemlerin Rabbine inandık» dediler.
123. Firavun dedi ki: «Ben
size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz
şehirde, halkını oradan çıkarmak için
kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza
gelecekleri) göreceksiniz!
124. Mutlaka ellerinizi
ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra
da hepinizi asacağım!»
Firavun’un sihirbazları toptan Hz. Musa’ya iman edince,
Firavun bu işin bir komplo olduğunu sandı ve halkın
da toptan iman edeceğinden korktu. Bunu önlemek maksadıyla
sihirbazları tehdit ederek hem onlara, hem de halka gözdağı
verdi. Ayrıca Hz. Musa ve ona inananlara karşı halkı
tahrik etmek ve kendi durumunu korumak maksadıyla da halkın
yurtlarından çıkarılmak istendiğini ileri sürdü.
125, 126. Onlar: Biz
zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri
bize geldiğinde onlara inandığımız için
bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır
ver, müslüman olarak canımızı al, dediler.
127. Firavun'un kavminden
ileri gelenler dediler ki: Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını
bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar
diye mi bırakacaksın? (Firavun): «Biz onların oğullarını
öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız.
Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz» dedi.
128. Musa kavmine dedi
ki: «Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz
ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini
ona vâris kılar. Sonuç (Allah'tan korkup günahtan) sakınanlarındır.»
129. Onlar da, sen bize
(peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence
edildi, dediler. (Musa), «Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı
helâk eder ve onların yerine sizi yer yüzüne hakim kılar
da nasıl hareket edeceğinize bakar» dedi.
Böylece Hz. Musa istikbalin, inananların olacağına işaret
etti. Yüce Allah, Firavun ile kavmini suda boğarak bu vadini
yerine getirdi. İsrailoğullarını, onların
yurtlarına ve mallarına Davud ve Süleyman (a.s.) zamanlarında
sahip kıldı. Yûşa’ b. Nûn devrinde de Kudüs’ü
fethettiler.
130. Andolsun ki, biz de
Firavun'a uyanları ders alsınlar diye yıllarca
kuraklık ve mahsül kıtlığı ile
cezalandırdık.
131. Onlara bir iyilik
(bolluk) gelince, «Bu bizim hakkımızdır»
derler; eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve
onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı.
Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk Allah katındandır,
fakat onların çoğu bunu bilmezler.
132. Ve dediler ki: «Bizi
sihirlemek için ne mucize getirirsen getir, biz sana inanacak
değiliz.»
133. Biz de ayrı ayrı
mucizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere,
kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar
ve günahkâr bir kavim oldular.
Mısırlılar Hz. Musa’ya inanmadıkları için
Allah Teâlâ onlara yağmur ve sel tufanı gönderdi,
bilahare sırasıyla çekirge, haşere, kurbağalar gönderdi
ki bu hayvanlar onların ağızlarına ve gözlerine
girecek derecede çok idiler. Daha sonra gökten kan yağdırdı,
bütün sular kan oldu ve kan içtiler. Bu belâların kalkması
için Hz. Musa’ya baş vurdular, o da Allah’a dua etti ve belâlar
kalktı; fakat onlar, «Ey Musa, sen gerçekten büyük bir
sihirbaz imişsin!» diyerek inkâr etmekte ısrar ettiler.
134. Azap üzerlerine
çökünce, «Ey Musa! sana verdiği söz hürmetine, bizim
için Rabbine dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan,
mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrailoğullarını
seninle göndereceğiz» dediler.
135. Biz, ulaşacakları
bir müddete kadar onlardan azabı kaldırınca
hemen sözlerinden dönüverdiler.
136. Biz de âyetlerimizi
yalanlamaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle
kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.
137. Hor görülüp
ezilmekte olan o kavmi (yahudileri) de, içini bereketle
doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı
taraflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına
karşılık Rabbinin İsrailoğullarına
verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin
yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri
helâk ettik.
İsrailoğulları Hz. Musa’nın yönetiminde Mısır’dan
Sina yarımadasına geçtikten sonra uzun müddet burada kaldılar.
Bilahare Kudüs ve Şam bölgelerini hakimiyetleri altına aldılar.
Birçok tefsirci âyette geçen «yeryüzünün doğuları ve
batıları»nı Şam ve Mısır olarak tefsir
etmişlerse de Sina yarımadasının, Filistin ve
Şam bölgeleri olması gerçeğe daha yakın görülmektedir.
Zira tarihte İsrailoğulları Mısır’a değil,
adı geçen bölgelere hakim olmuşlardır.
138. İsrailoğullarını
denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım
putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: Ey
Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de
bizim için bir tanrı yap! dediler. Musa: Gerçekten siz
cahil bir toplumsunuz, dedi.
İsrailoğulları denizi geçtikten sonra buzağıya
tapan Amalika kavmine rastladılar, kendi peygamberlerinden, onların
tanrıları gibi bir tanrı yapmasını istediler.
Hz. Musa onların teklifini reddetti ve onları cehaletle suçladı.
139. Şüphesiz
bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır,
yapmakta oldukları da bâtıl-dır.
140. Musa dedi ki: Allah
sizi âlemlere üstün kılmışken ben size
Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım?
Yüce Allah İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden
kurtarıp onları denizden geçirdi ve Sina çölünde onlara
bazı nimetler verdi. Buna rağmen İsrailoğulları
Allah’ı bırakıp Amalika kavminde gördükleri buzağı
gibi bir tanrı isteyince Allah Teâlâ onlara verdiği
nimetleri hatırlatmak için bu âyeti indirdi:
141. Hatırlayın
ki, size işkencenin en kötüsünü yapan Firavun'un
adamlarından sizi kurtardık. Onlar oğullarınızı
öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı.
İşte bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir
imtihan vardır.
142. (Bana ibadet etmesi
için) Musa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve
ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk
geceyi buldu. Musa, kardeşi Harun'a dedi ki: Kavmimin içinde
benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların
yoluna uyma.
143. Musa tayin ettiğimiz
vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim!
Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen
beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o
yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o
dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın
düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan
tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.
Hz. Musa, Yüce Allah’ın dünyada görülemeyeceğini bildiği
halde kendisindeki şiddetli iştiyak sebebiyle Allah’a böyle
bir niyazda bulundu. Çünkü o, Allah’ın sözlerini duyunca
adeta kendinin dünyada olduğunu unutmuş, ahiret ve cennet
hayatına kavuştuğunu zannetmişti.
144. (Allah) Ey Musa!
dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle
seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi
al ve şükredenlerden ol.
145. Nasihat ve her
şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için
levhalarda yazdık. (Ve dedik ki): Bunları kuvvetle
tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret.
Yakında size, yoldan çıkmışların
yurdunu göstereceğim.
Bu âyette, Tevrat’ın, levhalarda yazılı olarak Allah
tarafından Hz. Musa’ya verildiği ifade edilmektedir. Ancak
bu levhaların mahiyeti hakkında kesin bilgiye sahip değiliz.
Muhtevasına gelince, şüphesiz ki bu levhalarda o gün
İsrailoğullarının din ile ilgili meseleleri ve
toplumun ıslahı için gerekli usul ve furû mevcut idi. Âyette
anlatılan «en güzelini almak»tan maksat, Tev-rat’ın
gereği ile amel etmektir. Âyette geçen fâsıkların
yurdundan maksat, putperest Amalika kabilesinin elinde bulunan
mukaddes topraklar (Kudüs ve çevresi) ile Şam bölgesidir. Hz.
Musa’nın vefatından sonra İsrailoğulları
buraları ellerine geçirmiş ve bir müddet hüküm sürmüşlerdir.
146. Yeryüzünde haksız
yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım.
Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru
yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık
yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların
âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından
ileri gelmektedir.
147. Halbuki âyetlerimizi
ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa
çıkmıştır. Onlar, yapmakta oldukları
amellerden başka bir şey için mi cezalandırılırlar!
148. (Tûr'a giden)
Musa'nın arkasından kavmi, zinet takımlarından,
böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı)
edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de
onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve
zalimler oldular.
Hz. Musa’nın Tûr’da kalma müddeti on gün uzatılınca,
İsrailoğullarından Sâmirî adında bir sanatkâr,
zinet takımlarını toplayarak bir buzağı
heykeli yaptı ve: «Sizin de Musa’nın da tanrısı
budur. Fakat Musa tanrısını unuttu» dedi. Buzağıyı
öyle bir ustalıkla yapmıştı ki, içine rüzgâr
girdiğinde canlı imiş gibi böğürüyordu.
149. Pişman olup da
kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce
dediler ki: Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa
mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız!
150. Musa, kızgın
ve üzgün bir halde kavmine dönünce: «Benden sonra arkamdan
ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin
emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?» dedi. Tevrat levhalarını
yere attı ve kardeşinin (Harun'un) başını
tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi):
«Anam oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve
nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları
bana güldürme ve beni bu zalim kavimle beraber tutma!» dedi.
Hz. Musa ile Hz. Harun ana-baba bir kardeştirler. Durum böyle
olduğu halde Hz. Harun’un, kardeşine «anam oğlu»
demesinin sebebi, onun merhametini celbetmektir. Zira, ananın
şefkat ve merhameti baba ve kardeşten daha fazladır.
Ayrıca analarının Allah’a inanmış biri
olması ve ona karşı sevgilerinin daha fazla olması
da bu hususta bir sebep olabilir.
151. (Musa da) Ey Rabbim,
beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine
kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin! dedi.
152. Buzağıyı
(tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka
Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık
erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.
153. Kötülükler yaptıktan
sonra ardından tevbe edip de iman edenlere gelince, şüphesiz
ki o tevbe ve imandan sonra, Rabbin elbette bağışlayan
ve esirgeyendir.
154. Musa'nın öfkesi
dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda
Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (haberi) vardı.
İsrailoğulları buzağıya taptıklarına
pişman oldukları için Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya kavmini
temsilen yetmiş kişi seçerek huzura getirmesini ve hep
beraber tevbe etmelerini emretmişti. 155. âyet bu hususu açıklamaktadır:
155. Musa tayin ettiğimiz
vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş
deprem yakalayınca Musa dedi ki: «Ey Rabbim! Dileseydin
onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden
birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden
hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından
başka bir şey değildir. Onunla dilediğini
saptırırsın, dilediğini de doğru yola
iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla
ve bize acı! Sen bağışlayanların en
iyisisin!
Hz. Musa’nın, kavmini temsilen seçip Allah’ın huzuruna
getirdiği kimseler, Allah ile kendi arasındaki konuşmayı
işitince, onunla yetinmediler ve: «Ey Musa, Allah’ı açıkca
görmedikçe sana asla inanmayacağız» dediler. Bunun üzerine
orada şiddetli bir deprem oldu ve bayılıp düştüler.
Hz. Musa, Allah’a yalvardı da bu afet kaldırıldı.
156. Bize, bu dünyada da
iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük.»
Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım;
rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara,
zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.
157. Yanlarındaki
Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye,
o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber
onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder,
onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.
Ağırlıklarını ve üzerlerindeki
zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren,
ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a)
uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Âyette geçen «ümmî» kelimesi, okuma yazma bilmeyen karşılığında
kullanılmış olup Resûlullah’ın bir vasfıdır.
Allah Teâlâ’nın O’nu bu vasıf ile açıklaması
ümmî olduğu halde ilmin bütün kemâlâtına sahip olmasındandır
ki, bu da O’nun hakkında bir mucizedir. Resûl denilmesi
Allah’a izafeten, Nebî denilmesi ise kullara nisbetendir. Yani o,
Allah’ın elçisi olması bakımından Rasûl,
insanlara Allah’ın emirlerini ulaştırıp
bildirmesi bakımından da Nebî’dir.
Âyette
geçen ağırlıklar ve zincirlerden maksat, Tevrat’ta
bulunan ve günah işleyen azaların kesilmesi, elbisenin
pislik değen kısmının kesilip atılması
gibi uygulanmasında güçlük çekilen hükümlerdir. İslâm
dini bu ağır hükümleri kaldırarak insanları bir
tür meşakkat zincirlerinden kurtarmış; kolay ve
uygulanabilir hükümler koymuştur.
158. De ki: Ey insanlar!
Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan
Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O
diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ümmî Peygamber
olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır-
iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız.
159. Musa'nın
kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil
davranan bir topluluk vardır.
Âyette
anılan topluluktan maksat ya Hz. Muhammed (s.a.)e iman eden
bazı yahudilerdir veya Hz. Musa zamanında halka nasihat
ederek onları doğru yola getirmeye çalışanlardır.
160. Biz İsrailoğullarını
oymaklar halinde oniki kabileye ayırdık. Kavmi
kendisinden su isteyince, Musa'ya, «Asanı taşa vur!»
diye vahyettik. Derhal ondan oniki pınar fışkırdı.
Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla
gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın
eti indirdik. (Onlara dedik ki) «Size verdiğimiz rızıkların
temizlerinden yeyin.» Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle)
bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
Âyette geçen «esbât» kelimesi, torun manasına gelen «sıbt»
kelimesinin çoğuludur. İsrailoğulları Ya’kûb
(a.s.)ın oniki oğlundan türeyerek oniki kabile halinde çoğalmışlardır.
Hepsi de Ya’kûb (a.s.)ın torunlarıdır.
161. Onlara denildi ki:
Şu şehirde (Kudüs'te) yerleşin, ondan
(nimetlerinden) dilediğiniz gibi yeyin, «bağışlanmak
istiyoruz» deyin ve kapıdan eğilerek girin ki hatalarınızı
bağışlayalım. İyilik yapanlara ileride
ihsanımızı daha da artıracağız.
162. Fakat onlardan zalim
olanlar, sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla
değiştirdiler. Biz de zulmetmelerinden ötürü üzerlerine
gökten bir azap gönderdik.
Rivayet edildiğine göre bu azap tâun (kolera) hastalığı
idi ki, kısa zamanda kitleler halinde ölümlere sebep olmuştur.
163. Onlara, deniz kıyısında
bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar
cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı.
Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar
meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi,
cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi.
İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından
dolayı onları imtihan ediyorduk.
Allah Teâlâ İsrailoğullarına cumartesi günü
avlanmayı yasaklamış, bu güne tazim etmelerini emretmişti.
Dolayısıyla balıklar o gün su yüzüne çıkar
serbest yüzerlerdi. Diğer günlerde ise balıklar durumu
sezdikleri için su yüzüne çıkmazlardı. Bu durum Allah’ın
bir imtihanı idi. Fakat İsrailoğulları bu imtihanı
kazanamadılar ve cumartesi yasağına saygısızlık
gösterip balıkları o gün avlamaya başladılar.
İşte âyette bildirilen haddi aşma budur.
164. İçlerinden bir
topluluk: «Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli
bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt
veriyorsunuz?» dedi. (Öğüt verenler) dediler ki:
Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar
ümidiyle (öğüt veriyoruz).
165. Onlar kendilerine
yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten
men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları
kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.
166. Kibirlenip de
kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: Aşağılık
maymunlar olun! dedik.
Yahudi kabilelerinden bir gurup, cumartesi gününe saygı göstermediği
için dejenere edilip domuz ve maymun şekline konulmuşlardır.
Bir insanın şeklinin değiştirilip hayvan şekline
konmasına «mesh» denir. Eski milletlerde bu değişme
olurdu. Bu, insanların bozulması sonucu Allah tarafından
verilen bir ceza idi. Ancak bunun hakiki olarak insanın maymun biçimine
sokulması mı, yoksa ahlâken bozulup maymun gibi taklitçilik
ve aç gözlülük durumuna düşürülmesi mi olduğu hakkında
görüş ayrılığı vardır. Eğer âyet,
ahlâkî bir bozulmaya işaret ise, bu her zaman her millette
olabilir. İnsanlar nefislerinin zebûnu oldukları zaman
şeklen değil, fakat huy itibariyle herhangi bir hayvanın
kılığına girmiş olurlar.
167. Rabbin, elbette kıyamet
gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimseler göndereceğini
ilân etti. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir.Ve
O çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
168. Onları (yahudileri)
gurup gurup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi
kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda
olanları da vardır. (Kötülüklerinden) belki dönerler
diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
169. Onların ardından
da (âyetleri tahrif karşılığında)
şu değersiz dünya malını alıp, nasıl
olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab'a vâris
olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir
menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap'ta Allah
hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine
dair onlardan söz alınmamış mıydı ve
onlar Kitap'takini okumamışlar mıydı? Âhiret
yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâla
aklınız ermiyor mu?
170. Kitab'a sımsıkı
sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var
ya, işte biz böyle iyiliğe çalışanların
ecrini zayi etmeyiz.
171. Bir zamanlar dağı
İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık
da üstlerine düşecek sandılar. «Size verdiğimi
(Kitab'ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın
ki korunasınız» dedik.
172. Kıyamet gününde,
biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı,
onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin
Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit
olduk, dediler.
Bu âyette geçen «kâlû belâ» ifadesi hakkında, bunun ezelde
mi, ana rahminde mi, yoksa bülûğ çağında mı
olduğu hususunda çeşitli görüşler vardır. Bu
konuda geniş bilgi için Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak
Dini Kur’an Dili adlı eserine (cilt 4, s. 2323-2333) bakılması
tavsiye olunur.
173. Yahut «Daha önce
babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan
sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl
işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?»
dememeniz için (böyle yaptık).
174. Belki inkârdan dönerler
diye âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde
açıklıyoruz.
175. Onlara (yahudilere),
kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp
çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan
ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre âyette adı
zikredilmeyen bu kişi İsrailoğulları’ndan
Bel’am b. Bâûrâ’dır. Önceleri Hz. Musâ’nın dinini
kabul etmiş, iyi ve duası makbul bir mümin idi. Ancak Hz.
Musâ’nın kendilerini yenilgiye uğratmasından korkan
kavminin ısrarına dayanamayıp Musâ’nın aleyhine
beddua etmiş; kavmine, onu yenebilmeleri için hileler öğretmiş;
fakat Allah onun bedduasını kavmine çevirmiş,
kendisini de cezalandırmış, sahip olduğu manevi
mertebe ve meziyetlerden mahrum bırakmıştır.
Mutasavvıflar Bel’am b. Bâûrâ’yı kibir ve dünyevî
arzuları sebebiyle sapıklığa düşenlerin bir
örneği olarak takdim ederler.
Bazı
tefsirlerde, âyette bahsedilen bu kişinin Ümeyye b.
Ebi’s-Salt veya Nu’man b. Seyfî er-Rahib olduğuna dair
rivayetler de vardır.
176. Dileseydik elbette
onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya
saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu
tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan
da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp
solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir.
Kıssayı anlat; belki düşünürler.
177. Âyetlerimizi
yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür!
178. Allah kimi hidayete
erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de şaşırtırsa,
işte asıl ziyana uğrayanlar onlardır.
179. Andolsun, biz cinler
ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.
Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri
vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır,
onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir;
hatta daha da şaşkındırlar. İşte
asıl gafiller onlardır.
Âyetin son cümlesi için bk. Furkan 25/44.
180. En güzel isimler
(el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel
isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola
gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının
cezasına çarptırılacaklardır.
Bu âyette en güzel isimlerin Allah’a ait olduğu ifade
edilmekte ve Allah’a o isimlerle dua etmemiz emrolunmaktadır.
Hadis-i şerifte «Allah’ın doksan dokuz adı vardır.
Onları ezberleyen muhakkak cennete girer» buyurulmuştur.
Ancak hadiste tahdit yoktur. Allah’ın isimleri sadece doksan
dokuzdan ibaret değildir, başka isimleri de vardır. Âyet-i
kerimede anlatılan «Allah’ın isimleri hakkında eğri
yola gidenler»den maksat, O’nun isimlerini tahrif edenlerdir. Müşrikler
Allah’ın isimlerini tahrif ederek kendi tanrılarına
veriyorlardı. «Allah» ismini tahrif edip Lât ve Aziz ismini değiştirerek
«Uzza» demişlerdir. Halbuki yüce Allah, en güzel isimlerin
kendine has olduğunu bildirmiştir.
181. Yarattıklarımızdan,
daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet
bulunur.
182. Âyetlerimizi
yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş
helâke götüreceğiz.
Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin rızıkları
hemen kesilip helâk olmazlar. Hatta Allah onların bir kısmına
nimetlerini bolca verir de şımarırlar. Neticede
Allah’ın azabı bilmedikleri bir taraftan ansızın
gelir ve helâk olurlar. İşte bu duruma «istidrac»
denilir.
183. Onlara mühlet
veririm; (ama) benim cezam çetindir.
184. Düşünmediler
mi ki, arkadaşlarında (Muhammed'de) delilik yoktur? O,
ancak apaçık bir uyarıcıdır.
185. Göklerin ve yerin hükümranlığına,
Allah'ın yarattığı her şeye ve
ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar
mı? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar?
186. Allah kimi şaşırtırsa,
artık onun için yol gösteren yoktur. Ve onları azgınlıkları
içinde şaşkın olarak bırakır.
187. Sana kıyameti,
ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki:
Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini
O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere
de ağır gelmiştir. O size ansızın
gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana
soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır;
ama insanların çoğu bilmezler.
188. De ki: «Ben, Allah'ın
dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya
zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı
bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana
hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir
kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.»
189. Sizi bir tek candan
(Âdem'den) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini
(Havva'yı) yaratan O'dur. Eşi ile (birleşince) eşi
hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıdı.
Hamileliği ağırlaşınca, Rableri
Allah'a: Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak
şükredenlerden olacağız, diye dua ettiler.
190. Fakat (Allah) onlara
kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk
hakkında (sonradan insanlar) Allah'a ortak koştular.
Allah ise onların ortak koştuğu şeyden yücedir.
Âyette geçen şirk olayı Âdem ile Havva’dan değil,
onların çocukları olan insanlıktan meydana gelmiştir.
Mesela Kureyş müşrikleri putlara nisbet ederek çocuklarına
«Menat’ın kulu, Uzzâ’nın kulu» şeklinde isim
verirlerdi. İşte bu durum hatırlatılmakta ve oğulların
işlediği suçtan ötürü babalarının itab
edilmesi şeklinde tecelli etmektedir. Nitekim, çoğul olarak
gelmiş olan «yuşrikûn» kelimesi de buna delâlet eder.
191. Kendileri yaratıldığı
halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları
(Allah'a) ortak mı koşuyorlar?
192. Halbuki (putlar) ne
onlara bir yardım edebilirler ne de kendilerine bir yardımları
olur.
193. Onları doğru
yola çağırırsanız size uymazlar; onları
çağırsanız da, sukût etseniz de sizin için
birdir.
194. (Ey kâfirler!)
Allah'ı bırakıp da taptıklarınız
sizler gibi kullardır. (Onların tanrılığı
hakkında iddianızda) doğru iseniz, onları çağırın
da size cevap versinler!
195. Onların yürüyecekleri
ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var
veya görecekleri gözleri mi var yahut işitecekleri
kulakları mı var (neleri var)? De ki: «Ortaklarınızı
çağırın, sonra bana (istediğiniz) tuzağı
kurun ve bana göz bile açtırmayın!»
196. Şüphesiz ki,
benim koruyanım Kitab'ı indiren Allah'tır. Ve O bütün
salih kullarını görüp gözetir.
197. Allah'ın dışında
taptıklarınızın ne size yardıma güçleri
yeter ne de kendilerine yardım edebilirler.
198. Onları doğru
yola çağırmış olsanız işitmezler.
Ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler.
199. (Resûlüm!) Sen af
yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.
Bu âyette iyilik olarak tercüme edilen «örf»den maksat, şeriatın
ve aklın beğendiği şeydir. Yoksa cahiliye Araplarının
rastgele örfü değildir. İslâm onların kötü örflerini
kaldırmış, iyilerini de kısmen veya tamamen ibka
etmiştir.
200. Eğer şeytanın
fitlemesi seni dürterse hemen Allah'a sığın.
Çünkü O, işitendir, bilendir.
Yani şeytan emrolunduğun şeylere aykırı düşen,
gazap ve benzeri hallere seni sevk ederse hemen Allah’a sığın.
Bu hitap, görünüşte Resûlullah’a olmakla beraber bütün müslümanlara
şamildir. Bu şekilde şeytandan herhangi bir vesvese
geldiğinde onun şerrinden Allah’a sığınmak
lâzımdır.
201. Takvâya erenler var
ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda
(Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp
hemen gerçeği görürler.
202. (Şeytanların)
dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa
sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.
203. Onlara bir mucize
getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) onu da derleyip
getirseydin ya! derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana
vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an), Rabbinizden gelen basîretlerdir
(kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir kavim için
hidayet ve rahmettir.
204. Kur'an okunduğu
zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.
Gerek
namaz içinde, gerekse namaz dışında Kur’an
okunurken, onun manalarını iyice anlamak, öğütlerinden
faydalanmak ve davranışları ona göre ayarlamak için bütün
dikkatleri ona vermek ve sükût etmek gerekir.
205. Kendi kendine,
yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam
Rabbini an. Gafillerden olma.
206. Kuşkusuz Rabbin
katındakiler O'na kulluk etmekten kibirlenmezler, O'nu
tesbih eder ve yalnız O'na secde ederler.
|